Çarşamba

 

Sultan Abdülhamid 1918’de, mahpus tutulduğu Beylerbeyi Sarayı’nda vefat etti. 1909’da düzmece 31 Mart Vak’ası bahane edilerek Jön Türkler, İttihadçılar, Masonlar, Dönmeler tarafından tahttan indirilmeseydi, devleti on sene daha idare etmiş olacaktı.

Merhum Sultan bir siyaset dehası idi. Tahtta kalmış olsaydı:

1. Balkan Harbi’nin çıkmasına meydan vermezdi.

2. Savaş çıksaydı bile, Osmanlı devleti mağlub olmazdı.

3. Rumeli’de toprak kaybetsek bile, yine de elimizde bugünkü Trakya’nın birkaç katı toprak kalırdı.

4. Arap dünyası ile aramızda kopukluk olmazdı.

5. Birinci DünyaSavaşı’na girmezdik.

6. Türkiye’de bugünkü korkunç kopukluklar, krizler ve ârızalar olmazdı.

Şu hususu da belirtmek isterim: Her insan gibi Sultan Abdülhamid’in de hatâları olmuştur. Lakin, yukarıda beyan ettiğim gibi o bir siyaset dâhisiydi. Onun 33 sene koruduğu, ayakta tuttuğu Devlet-i Osmaniye’yi Jön Türkler, İttihadçılar on senede yıktılar.

1908’de Kanun-i Esasiyi yeniden yürürlüğe koyduktan, Meclis-i Meb’usan seçilip toplandıktan sonra Sultan Abdülhamid bu rejime de intibak etmiş, Yıldız Sarayı’nda meb’uslara (milletvekillere) büyük bir ziyafet vererek onlarla çok samimî şekilde görüşmüştür.

Sırp, Bulgar, Yunan devletleri, Jön Türklerin siyasetsizlikleri ve basiretsizliği yüzünden bizim aleyhimizde birleşebilmişlerdir. Sultan Abdülhamid onların birleşmesine yol açmaz, imkân vermezdi.

İç siyasete karışan, darbe yapan bir ordu yüzünden Balkan Savaşı hezimetine uğradık ve 500 küsur yıldan beri Müslümanların elinde olan büyük ve zengin toprakları birkaç ay içinde kaybettik; milyonlarca Müslüman öldü, yerini yurdunu kaybetti, perişan oldu.

Batı’da Sırplar Osmanlı ordusunu darmadağın etti. Doğuda Bulgarlar Çatalca’ya kadar dayandı. Selânik’teki Jön Türk Tahsin Paşa, bir kurşun atmadan bütün orduyu silahlarıyla birlikte Yunan’a teslim etti.

Balkan devletleri arasında anlaşmazlık çıkmasaydı, Edirne’yi bile geri alamayacaktık.

Bir ülke hürriyet, adalet, musâvat, uhuvvet naraları ve şarkılarıyla ayakta tutulamaz.

İttihadçılar zamanında Beyazıt’tan Sirkeci’ye kadar yol kenarlarındaki darağaçlarında ölüler sallanmıştır.

İttihadçıların talanları yazmakla bitmez.

Adalet dediler zulüm getirdiler.

Uhuvvet (kardeşlik) şarkıları okudular; kin, düşmanlık ve nefret getirdiler.

Eşitlik dediler nepotizmin, ayırımcılığın, particiliğin en kötüsünü sergilediler.

Hürriyet dediler esaret ve kölelik getirdiler.

İttihadçıların üç büyüğü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı bozgunundan sonra Alman denizaltılarıyla yurt dışına kaçmıştır.

1915’te düşman devletler Çanakkale Boğazı’nı zorlarken, Padişahın, Meclisin ve hükümetin Eskişehir’e nakli düşünülmüş ve harekete geçilmişti. Beylerbeyi Sarayı’nda tutulan Sultan Abdülhamid’e bir heyet gönderilip Anadolu’ya nakl edileceği bildirilinde, merhum Hakan ve Halife şu cevabı vermişti:

-Çanakkale Boğazına benim yaptırdığım istihkâmlar duruyorsa düşmanlar orayı geçemez ve aşamaz. Şayet geçecek olurlarsa, Bizansın son imparatoru Konstantin gibi çarpışarak ölmeyi yeğlerim.

Osmanlı devletini ve hilâfetinin mezarını kazdılar, başımıza bugünkü dert ve krizleri getirdiler ve hâlâ utanmadan Sultan Abdülhamid’e sövüp sayıyorlar.

(İkinci yazı)

BÖYLE HUTBE OLMAZ…

Diyanet İşleri Başkanlığı ülkeyi, halkı, devleti, Cumhuriyeti korumalı ve gözetmelidir ama ideolojik sistem ve düzene arka çıkmamalı, onu övmemelidir.

Birkaç hafta önce İstanbul’da bir camide cuma hutbesi dinliyorum… Hutbe metninde akıl almaz cümleler var… Bir ara içimden al pabucunu camiyi terk et düşüncesi geçti. Sabr ettim, çıkmadım. Nasıl olsa namazdan sonra zuhr-i âhir kılıyorum…

Yakın tarihimizde

Türkiye’de İslâm’a ve Müslümanlara cephe alınmıştır. Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a, İslâm’a savaş ilân edilmiştir.

Medaris-i islâmiyye kapatılmıştır.
Bunların yerine açılmış olan göstermelik İmam-ı Hatip mektebi ve İlahiyat Fakültesi kapatılmıştır.

İsviçre Kanun-i Medenîsi tercüme edilmiş, başlığına

Türk Kanun-i Medenîsi

yazılmış ve

önsözünde İslâm fıkhına ve şeriatına
hakaret edilmiştir.

Okullarda din dersi verdirilmemiş, dinsiz nesiller yetiştirilmek istenmiştir.

Ezan-ı Muhammedî okunması yasaklanmıştır. Okuyanlara işkence, eziyet, zulm edilmiştir. Nice ulemâ, fukaha, müftüler, meşâyih, süleha İstiklâl Mahkemelerinin zâlimane kararlarıyla asılmış, zindanlarda çürütülmüş, sürülmüş, perişan edilmiştir. Dersiamlar, ulemâ, fukaha, hademe-i hayrat, meşayih fakr u zaruret ve ihtiyaç içinde süründürülmüştür.

Yahudi Moiz Kohen’in, Tekin Alp takma adıyla ortaya attığı sapık bir ideoloji

benimsenmiştir.

Zâlimlerin meddahı bir kalemşör Ankara’nın Yenişehir kısmını kasd ederek “Biz tarihte ilk olarak mâbedsiz bir şehir inşa ettik” diye baş makale yazmıştır. Dinî kitap yayını, gazetelerde dinî konulardan bahs etmek yasaklanmıştır. (Matbuat Umum Müdür Muavini İzzettin Nişbay’ın matbuata tamimi…)

Tarihî İslâm kabristanlarının yüzde 99’u yok edilmiştir.

Ömer Rıza Doğrul

‘un fasiküller halinde yayınlamaya başladığı Peygamberimizle ilgili kitabın yayını,

Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör’ün resmî emriyle durdurulmuştur.
Onbeş binden fazla cami, medrese, tekke, taş mektep, imarathâne, vakıf binası
satılmış, kiraya verilmiş, yıktırılmış, yok edilmiştir.

(Cami Kıyımı adlı kitabıma bakabilirsiniz.)

Yapılan zulümlerin hangi birini sayayım?

Diyanet’in bunları görmezlikten gelmeye,
bunların yapıldığı devri övmeye hakkı yoktur.

Hutbede devlet, halk, ülke, gerçek Cumhuriyet, İslâm büyükleri elbette övülebilir.

Lakin bozuk ve zâlim düzen, sistem ve ideoloji övülemez.

İlgililer ve sorumlular Allah’tan korksunlar. (Bu gibi aykırı resmî ve ideolojik hutbeler devam ederse Diyanet’e bağlı camilerdeki Cuma namazlarına gitmeyebilirim…)

(Üçüncü yazı)

BİZ NE BİÇİM MÜSLÜMANLARIZ?

1. Allah’a iman ederiz ama O’nun emirlerine ve yasaklarına uymayız; yap dediklerini yapmayız, yapma dediklerini yaparız.

2. Peygambere iman ederiz ama onun Sünnetine uymayız; emir, yasak ve öğütlerine kulak asmayız.

3. Kur’ân Kur’ân deriz ama Kur’ân’ı düstur ve imam olarak hayatımıza tatbik etmeyiz.

4. İslâm bize birlik olun, sakın parçalanıp ayrılmayın, sonra devletiniz ve izzetiniz elinizden gider diyor ama biz bin parçaya ayrılmış ve tefrika içinde boğulmuş olarak birbirimizle çekişip dururuz.

5. Allah ve Peygamber israfı yasak ve haram kılmış ama biz israftan, lüksten, saçıp savurmaktan, gösterişten çok hoşlanırız.

6. Dinimiz bize sakın dünyaya aldanmayın der ama biz dünya tuzaklarına düşmüşüz.

7.Namaz bize günde beş kez farz kılınmış ama çoğumuz kılmayız, kılanların çoğu da hafife alarak kılar, dosdoğru eda etmez.

8. Yüce Şeriatimiz bize zekat verin der ama kimimiz hiç vermeyiz, kimimiz yerli yerinde ve tam olarak vermez.

9. Dinimiz bize “Komşusu aç gecelerken, kendisi tok sabahlayan kişi bizden değildir” diyor ama bizim buna kulak astığımız yoktur.

10. İslâm bize emr-i mâruf nehy-i münker yapmamızı emrediyor ama biz yapmayız.

11. Kur’ân ribayı ve fâizi kesin olarak yasaklamış ama biz doğrudan doğruya veya dolaylı olarak faize bulaşmışız.

Evet biz nasıl Müslümanlarız? İki yakamız bir araya gelmiyor. Esaretten, kölelikten, zilletten bir türlü kurtulamıyoruz. Allah’ın ve Peygamberin yap dediklerini yapmadıkça, yasaklarından kaçmadıkça bu halimiz devam edecektir.

Ya Allah’a,Peygamberine, Kur’ân’a, Şeriata itaat ederiz, doğru Müslümanlar oluruz, yahut da zillet ve rezalet içinde sürünürüz. 05 Kasım 2009