Perşembe

 

Samsun’daki konuşmamdan sonra yöneltilen bazı sorulara verdiğim cevapları sizlere aktarıyorum:

Soru: Sıradan kitaplar okumamamızı, değerli ve faydalı eserler okumamızı tavsiye etmiştiniz. Bir kitabı, okumadan önce değerli ve faydalı olup olmayacağını nasıl anlayabiliriz?

Cevap: İstişare ederek yâni danışarak… Rastgele ilaç alınmayacağı gibi, rastgele kitap da alınmamalıdır. Güvendiğiniz ehliyetli kişilere sorarsınız, onların tavsiye ettiği kitapları bir karıştırırsınız, içindekiler kısmına bir göz atarsınız ve ondan sonra alır okursunuz. Dinî kitap alırken onun mutlaka ehl-i sünnete uygun olup olmadığını öğrenin. Aksi takdirde, bozuk bir kitabı okuyarak mânen zehirlenmiş olursunuz. Bir de, sırf para kazanmak için çıkartılmış şişirme kitapları (adlarının ve kapaklarının yaldızına ve cazibesine kapılarak) kesinlikle almayınız.

Soru: Fiyatları sadece bir lira olan ucuz kitaplar çıkartılmasını istiyorsunuz. Bir lira da olsa kaç kişi alacaktır acaba?

Cevap: Hem bir liralık kitaplar çıkartılacak, hem de bunların yoğun propaganda ve tanıtımı yapılacaktır. İnşaallah zamanla böyle kitapların bazısı bir milyon bile basılacaktır. Yeter ki, faydalı ve değerli kitaplar olsun.

Soru: Gazetedeki yazılarınızda camilerdeki hoparlörleri tenkit ediyorsunuz. Bugünün şehir gürültüsü içinde Ezan-ı Muhammedî’nin duyulması için hoparlör lazım değil midir?

Cevap: “Gerekiyorsa” hoparlörden elbette yararlanılabilir. Ancak akustik (sesbilim) diye bir bilgi dalı ve teknik vardır. Kötü bir seslendirme, kalitesiz hoparlörler, haddinden fazla açılan ses yükseltme cihazları ile Ezan-ı Muhammedî’ye hizmet değil, aksine ihanet edilmiş olur. Cihaz fazla açılınca müezzinin sesi güzel de olsa, çirkinleşir. Camilerin içindeki ve dışındaki seslendirme teşkilâtının muhakkak ehliyetli ve sanattan anlayan uzmanlara yaptırılması gerekir.

Soru: Az önce bir milyondan az dediğiniz mitingte bir buçuk milyon insan vardı ve hava da çok sıcaktı…

Cevap: Bir yerde toplanan kalabalığın sayısını bulmak için birtakım metodlar vardır. Meselâ bir metrekarede üç kişinin olduğu varsayılır ve kalabalığın işgal ettiği yüzeyin toplam metrekaresi üç ile çarpılır. Polisin, medyanın, taraftarların, aleyhte olanların bu konulardaki rakamları birbirini tutmaz. En iyimser ve taraftar kişiler bile o mitingte bir buçuk milyon insan bulunduğunu söylemediler. Havanın çok sıcak oluşuna gelince, “çok” kelimesini çok kullanmamanızı tavsiye ederim. Güneşli bir Şubat gününde hava sıcak olabilir ama çok sıcak olmaz. Bendeniz yaşlı bir kimseyim, bu gibi mitinglere ve yürüyüşlere sağlık sebepleriyle katılamıyorum.

Soru: Galatasaray Lisesi mezunusunuz, sonra Ankara’da Siyasal Bilgiler’de okudunuz. Sizi hangi okul yetiştirdi?

Cevap: Galatasaray’ın sadece lisesinde okumadım; tam on iki sene ilk, orta ve lise kısmında yatılı olarak okudum. Yetişmemde bu mektebin büyük hissesi vardır. Hocalarımı saygı ile anıyorum. Siyasal’a gelince: Derslerine pek devam etmedim. Bazı hocalarımız devamlı olarak açıktan veya dolaylı şekilde din aleyhtarlığı yapıyordu ve bu beni çok rahatsız ediyordu. Yine de kimsenin hocalık hakkını inkâr etmem. Hazret-i Ali radiyallahu anh ve kerremallahu vecheh efendimiz, “Bana bir harf(kelime) öğretenin kölesi olurum” buyurmuş.

Soru: Yazılarınızda: “Gençler ahlâk, fazilet, yüksek karakter sahibi olmaya çalışsınlar. Kendilerine bu hasletleri kazandıracak rehberler, kılavuzlar, üstadlar, mürşidler bulsunlar. İyi olmak için çareler ve çözümler arasınlar, ehil kimselerle istişare etsinler…” diyorsunuz. Bu konuyu açabilir misiniz? Bu zamanda böyle üstadlar bulmak gerçekten zor. Ne tavsiye edersiniz?

Cevap: İmam-ı Gazalî hazretleri kendi devri için “Bu devirde mürşid-i kâmil bulmak kibrit-i ahmer bulmaktan zordur” buyuruyor. O büyük zat, fıkıhta mutlak müctehidlik seviyesine çıkmış olmakla birlikte zamanının tasavvuf büyüklerinden yüce bir zata bağlanmıştı. İmam-ı Azam Ebû Hanife efendimizin de mürşidi vardı. Bu devirde gerçek mürşid bulmak gerçekten çok ama çok zordur. Salih ve ‘âmil, aynı zamanda icazetli din hocalarına, tarîkat şeyhlerine sevgi ve saygı beslemenizi, onların sohbetlerinde bulunmanızı tavsiye ederim. Sizden para isteyen, sizden futbol kulübü holiganlığı gibi taraftarlık isteyen kimselere kesinlikle bağlanmayınız. Kısmet ve nasibiniz varsa ya sâdık bir rüya ile, yahut güzel bir vesile ile size kâmil bir mürşid bildirilecektir.

Soru: Osmanlıcayı bir saatte öğretebileceğinizi söylediniz. Bir saat vaktiniz varsa sizden ders almak isterim.

Cevap: Bu gece geç oldu, yarın kaldığım otele sabah geliniz, kahvaltı ederken size bir şeyler öğreteyim… (Üniversitede okuyan bir genç ertesi sabah geldi. Bir yandan ona bir şeyler öğretmeye çalıştım, öte yandan mahallî bir gazetenin muhabirinin röportaj sorularını cevapladım. Mücahid ismindeki genç zekî ve kavrayışlı olduğu için on-onbeş dakika içinde önündeki Osmanlıca kitaptan birkaç kelime sökmeyi başardı. Devamını Samsun’da Adnan İpekdal dostumuza havale ettim. Kur’ân harflerini tanıyanlar, Osmanlıcayı bir saatte sökmeye başlıyorlar. Sonra bir ömür boyu her gün okumak, çalışmak, öğrenmek gerekiyor.)

Soru: Kültür, sanat ve estetik boyutlarımızın geliştirilmesi için bölgelerimizde kurulmuş üniversitelerimize ne gibi hizmetler düşmektedir? Bu husustaki fikir ve tavsiyeleriniz nelerdir?

Cevap: Üniversitelerimizde çok değerli öğretim görevlileri vardır. Yazık ki, yüksek tahsil müesseselerimiz YÖK bukağısı ile bağlıdır ve kıpırdayamaz durumdadır. Bu konuda üniversitelerden fazla bir şey beklemeyelim. Gayret bize düşüyor. Belediyeler, vakıflar, dernekler, cemaatler, seçkinler harekete geçsinler. Yapılması mümkün ve kabil olan bütün hizmetleri planlı bir şekilde yapsınlar.

Soru: Evimin bir köşesinde Osmanlıca yazılmış, padişah tuğralı bir parşömen buldum. Osmanlıca bilmediğim için okuyamadım. Bunu saklamalı mıyım, antikacıya mı satayım? Ne yapacağımı bilmiyorum…

Cevap: Sizin parşömen dediğiniz, el yapımı aherli bir kağıttır. Parşömen deriden yapılır, fermanlar deri üzerine yazılmaz. Kesinlikle satmayınız, elden çıkartmayınız. Bir bilene okutunuz, camlatıp evinizin bir köşesine asınız. Tezelden Osmanlıca öğreniniz.

Soru: Yazılarınızdan takip ettiğim kadarıyla sizin “seçkin Müslümanlar” diye bir teziniz var. Seçkin-nezih Müslümanlarla neyi kasd ediyorsunuz?

Cevap: Bendeniz elitist (seçkinci) değilim. Zaten kendim de seçkin bir kişi değilim. Seçkinden maksadım vasıflı Müslümandır. Bu da üç boyutta olur: Bilgi ve kültür boyutunda; yani aydın, münevver, ziyalı Müslüman… Aksiyon boyutunda, yani yüksek ahlâklı, faziletli, yüksek karakterli Müslüman… Üçüncü olarak da, estetik boyutu güçlü olan, güzel olan, güzeli seven, kendisinden güzellik akseden Müslüman.

Soru: Burada çini kursu bile var ama giden yok. Çok anlattık, yahut anlattığımızı sandık. Bir talep yok. Bu milleti uyandırmak için ne yapmalı?

Cevap: Bir adama kırk kere sen delisin denirse adam deli olurmuş. İyilik, güzellik için de devamlı telkinatta bulunulmalı, anlatılmalı, sevdirilmeli, ikna edilmelidir. İyi niyetli temiz insanlara güzelce, uygun bir şekilde anlatılırsa içlerinden bir kısmı kabul edecektir. Ümitsizlik yok…

Soru: Samsun’da genellikle Batı tarzı tiyatro oyunları sergileniyor, sahneleniyor. Geleneksel temaşamız yaşatılamaz mı?

Cevap: Japonlar geleneksel tiyatrolarını zamanımızda da başarı ile yaşatıyorlar. Biz de pekâlâ ortaoyununu ve karagözü yaşatabiliriz. Ancak böyle hizmetleri çok kültürlü, çok hünerli, çok marifetli Müslümanlar yapabilir. Bu gibi hizmetleri Masonların, Marksistlerin, yabancılaşmışların, mânevî haymatlosların ifa etmesini beklemek saflık olmaz mı?

Soru: Konuşmanızın bir yerinde ekmek konusunda önemli uyarılarda bulundunuz. Şehrimizin ekmekleri hep bembeyaz. Buradan yetkililere seslenir misiniz?

Cevap: Kepeği elenmiş beyaz ekmek yiyenler uzun vadeli bir intihara girişmiş olurlar. Hiç elenmemiş, esmer renkli köy ekmeği yemeliyiz. Ekmeğin bütün koruyucu ve zinde tutucu özellikleri kepeğindedir. Kepeği eleyip hayvan yemi yapanlarda hiç akıl yoktur. Yetkilileri ve ilgilileri bırakınız, herkes başının çaresine baksın. (Şimdi köylerde, genellikle dışarıdan çuvalla alınan elenmiş buğdayın ekmeği yapılıyor. O, gerçek köy ekmeği değildir.)

Soru: Çocukken arkadaşınız yokmuş. Bu konudan bahs eder misiniz?

Cevap: Yedi yaşına kadar, iki ilçeyi birbirine bağlayan bir şosenin kenarındaki tek evde büyüdüm. Bazen annemle birlikte civar köylere giderdik ama arkadaşım olmadı. Pencere kenarlarına çamurdan yuva yapan kırlangıçları, deredeki balıkları ve su yılanlarını, kaplumbağaları, çeşit çeşit kuşları seyr ederdim. Bazen bir karınca yuvasının başına oturur ve uzun zaman o böceklerin geliş gidişlerine bakardım. Kedilerimiz köpeklerimiz vardı. Tavuklarımız, horozlarımız, ördek, kaz ve hindilerimiz… Başka hayvanlarımız da olmuştur. İneklere, koyun ve kuzulara, keçilere yanaşabilirdim. Mandaların mavi gözlerinden korkardım. Babam bir ara bana uysal bir merkep almıştı. Ona binip geziyordum. Yaz gecelerinde ekili tarlaları domuzların tahribatından korumak için ateşler yakılır ve sabaha kadar teneke çalınırdı. Dere kenarında o zaman kunduzlar vardı. Bazen ormanda, yavrularını peşine takmış bir anne keklik görürdük. Evimizde elektrik yoktu. Geceleri tavanarasında gelincikler koşuşur, tahtaların aralıklarından üzerimize tozlar dökülürdü. Çocukluğumun Türkiyesinde bazı sarp dağlarda panter bile yaşardı. O günler mâzi oldu… (Devam edecek) 03 Mart 2006