Sadece 5 Bina Ayakta Kalacakmış!
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Salı
Çok geç kalındı ama yine de yapıldı… Yapıldı dedim, lâkin bütün İstanbul için yapıldı mı bilmiyorum. Benim öğrendiğim kadarıyla yapılan ve ortaya çıkan şudur: Fatih ilçesindeki binaların depreme dayanma durumları fennî şekilde incelenmiş… Bir tek caddenin ismini veriyorum: AKDENİZ Caddesi… O koskoca caddede 7 küsur şiddetinde bir depremde sadece ve sadece beş bina ayakta kalacakmış!..
Bu haberi bana o caddede iş yeri bulunan bir dostum verdi. “Peki, bunu öğrendikten sonra ne yaptın yahut yapacaksın?” diye sordum. “İşe devam ediyoruz, yapacak bir şey yok…” cevabını verdi!
Son 50 yıldaki imar-yapılaşma “hamlesi” işte İstanbul’u bugünkü korkunç duruma getirmiştir.
Yapılacak iş teorik olarak biliniyor, bellidir ama pratikte bir şey yapmak mümkün değil. Yirmi küsur milyonluk mega-kentte yüzbinlerce binayı yıkıp yerlerine dayanıklı ve sağlam binalar dikmek dünya kadar para ve uzun zaman ister.
Dikkat ediyor musunuz, gazetelerde ve televizyonlarda beklenen büyük deprem ile ilgili haber ve yorumlar şu sıralarda yayınlanmıyor. Böyle haberler karabatak gibidir, bir görünür, sonra suyun altına dalar ve epey müddet görünmez.
Deprem saati çalışıyor… tık tık tık… günler, saatler, dakikalar ilerliyor… Her şeyin bir vakt-i merhunu vardır…
Evvel yoğ idi şimdi bir de deprem çeteleri zuhur etti. İstanbul’un hangi semtleri yıkılacak, hangi semtleri ayakta kalacak; çete veya mafya mensupları bu bilgileri elde ediyor ve ona göre, mülklerini satıyor, başka mülkler alıyor…
Hatırlatıyorum:
(1)Büyük İstanbul depremini Türkiye’nin bütünü kaldıramaz…
(2) Depremi bahane ederek, yardım edeceğim diyerek büyük bir devlet İstanbul ve civarını, Marmara bölgesini işgal etmek istiyecektir.
(3) Depremden sonra korkunç ve vahşî bir yağma ve soygun hareketi başlayacaktır. Güpegündüz Beyoğlu’nda soygun yapan, adam bıçaklayan, hattâ öldürenler, depremden sonra neler yapmazlar ki…
Ülkemizde, bunca felâketten sonra yine de, yeni yapılan bazı binaların inşaat esnasında çöktüklerini görüyoruz, duyuyoruz…
Binlerce resmî bina… Hastahâneler…Adliye sarayları… Okul… Üniversite… Fakülte… Devlet binası son derece çürüktür….
Zelzele kış mevsiminde olduğu takdirde şehirde 50 bin, belki de 100 bin yerde yangın çıkacaktır.
“Yahu böyle yazılar kaleme alma ve içimizi karartma…Bırak neş’e, zevk, sefa içinde rahat bir hayat sürelim… Ne zaman öleceksek zaten öleceğiz…. Ölmeden önce huzurlu olalım…”
Depremini bekleyen büyük kentte şu sıralar neler oluyor?
* Bina ve zina işleri tam gaz… Yeni binalar, siteler, mahalleler yapılıyor…Zina, fuhuş ve azgınlık son sürat ilerliyor…Eski Sodom ve Gomore bugünkü fuhşiyyatın yanında çırak kalır.
* Kara ve haram para hırsı almış yürümüş. Çalan çalana, vuran vurana, apartan apartana…
* Câhillik diz boyu… Okul ve üniversite sayısı çoğaldıkça cahillik de artıyor…
* Güvenlik yok… Tavuk gibi adam boğazlanıyor…
* Dinsizlik, densizlik, donsuzluk…
* İkbalperestler hırslarından kudurmuş hale gelmiş… İkbal, riyaset, para, ün, alkış, benlik…
Bu hayuhuy, bu toz duman, bu herc ü merc içinde birtakım Müslümanlar cami kapılarına otomatik galoş makinaları koyuyorlar. Ayakkabını çıkartıyorsun, önce sağ ayağını makinaya sokuyorsun… Fırrrt diye bir ses çıkıyor, aaa sağ ayağım otomatik olarak galoşlanmış…Sonra sol ayak, yine fırrrt, yine galoş… Eeee, bunca hoparlörden, kaloriferden, klima cihazından, cemaate soğuk su sunma âletinden, vantilatörden, ışıldak, zırıldak ve fırıldaktan sonra elbette mâbet kapılarına böyle modern galoş otomatları konulması gerekmez miydi?
Acaba galoş makinası bozulup da adamın birinin ayağını “kaparsa” ne olacak? Yahut âlet kısa devre yapsa, adamın ayakları terli terli cereyan çarpmasına uğrasa ne olacak?
Papa hazretleri Sultanahmet Camii’ne geldi, ona da mı galoş giydireceklerdi?
Şu bazı Müslümanların hallerine bakınız… Din elden gitmiş… Ülke çapında günah, isyan, azgınlık, münkerat, nifak şikak, fitne fesat, fısk fücur… Bizimkiler kalkmışlar cami kapılarına galoş makinaları koyuyorlar.
Soruyorum: Bu galoş makinalarının ticaretinden kimler yararlanıyor?
Yarın bir sivri akıllı çıkacak ve camilere otomatik hacıyağı püskürtme ve muhterem cemaati tütsüleme ve reyhanlandırma cihazları koyacak…
Şehir bin türlü deprem içinde. Sosyal, kültürel, biyolojik depremler. Bu kaos içinde dinsizler bir türlü, dindar geçinenler bir türlü…
Son Halife Abdülmecid Efendi
BUülkedeki Müslümanlar ile Gizli Yahudilerin tarih anlayışları, tarihe ve mâziye bakışları bambaşkadır. Somut bir tarihî vak’a ele alalım: Sultan Abdülaziz’in vefatı… Müslümanlar, büyük çoğunluk itibarıyla merhum padişahı severler, delillerini göstermek şartıyla onun intihar etmediğini, şehid edildiğini iddia ederler. Gizli Yahudiler ise onu kötülerler, intihar ettiğini söylerler… Sultan Abdülhamid’i de Müslümanlar sever. Gizli Yahudiler yerin dibine batırır. Millî Mücadele hakkında da iki tarafın anlatımı, senaryosu paralel değildir. Bu ikilik yüzünden Türkiye’de iki türlü tarih vardır. Biri resmî, ideolojik, yapay tarih; diğeri millî ve gerçeğe daha yakın tarih… Müslüman kesim, hem âcizliği yüzünden, hem de baskı, terör ve yasaklar yüzünden kendi gerçek tarihini yazamamaktadır.
1924’te yurt haricine sürülen son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Hân hakkında ülkemizde bir tek ciddî, geniş, ilmî, belgeli büyük tarih kitabı yazılmamış ve basılmamıştır. Türkiye ve İslâm dünyası, hattâ bütün insanlık bakımından önemli bir şahsiyet ve hâdise hakkında niçin böyle bir kitap yazılamıyor? Korkudan mı, kültürsüzlükten mi, âcizlikten mi?.. Kurtdereli Mehmed Pehlivan veya Santurî Edhem Efendi merhumlar hakkında kitap var da, İslâm’ın son Halifesi hakkında niçin yok?.. Bu yokluk Türkiye kültürü açısından büyük bir boşluk ve ayıp teşkil etmiyor mu?
Yakın tarihte, gerekenden fazla mühendis ve doktor yetiştiren Türkiye Müslümanları niçin yeterli miktarda büyük tarihçi yetiştirmediler? 25 Nisan 2007