Cumartesi

 

Hadîs Meâli: “İki günü birbirine eşit olan zarardadır.” Her gece yatarken, yukarıdaki hadîs-i şerifin ışığında günümüzün muhasebesini yapmamız gerekmez mi?

Soru: Bugün, düne göre ilimde, irfanda, kültürde ne gibi kazançlarım oldu, ne gibi ilerlemeler kaydettim? Faydalı, değerli, kalıcı ne gibi bilgiler öğrendim? Bu bilgilerle ne kadar aydınlandım?

Soru: Düne göre hayırda, hasenatta, iyilikte, fakirlere yardımda ileri miyim, yoksa geri mi kaldım?

Soru: Nefsimi düne göre daha fazla dizginleyebildim mi? Öfkelerime hâkim olabildim mi?

Soru: Bana kötülük edene iyilikle, yumuşaklıkla, afv ile muamele edebildim mi?

Soru: Geçen bir gün ile ölümüme bir gün daha yaklaşmış oldum. Ölüme hazırlanıyor muyum, âhiret yolculuğu için azık tedarik ediyor muyum?

Soru: Çeşitli yollarla dünya ticareti yapıyorum veya ücretli veya maaşlı bir işte çalışıyorum, yahut ticaretle meşgul oluyorum. Bu dünya ticaretinin yanında ebedî mutluluğum için Allah ile ticaret yapıyor muyum? Yapıyorsam ne kadar yapıyorum? Kazançlarımızın bir kısmını şimdiden âhirete sevap şeklinde gönderiyor muyum?

Soru: Namaz konusunda her gün daha dikkatli, daha uyanık, daha titiz, daha hassas hareket edebiliyor muyum? Yoksa, tam aksine bu konuda her gün biraz daha kayıp mı veriyorum? Namazları vaktinde cemaatle kılıyor muyum?

Soru: Bir alış veriş yaparken Kur’ân ve Sünnet’e uygun olarak orta yoldan mı gidiyorum? Kanaate ve tevâzuya riayet ediyor muyum? Yoksa her şeyin en pahalısını, en lüksünü, en gösterişlisini, en kibir ve gurur verici olanını mı tercih ediyorum?

Soru: Yurt içinde ve dünyada milyonlarca Müslümanın çektiklerine üzülüyor muyum; yoksa aldırmıyor, umursamıyor ve kendi keyfime mi bakıyorum?

Soru: Bütün büyüklerimiz bize “Az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı” öğüt veriyor. Ben böyle mi yapıyorum, yoksa aç kurtlar gibi tıkınıyor, hayvanlar gibi mışılıyor, saksağanlar gibi gevezelik ve zevzeklik mi ediyorum?

Reformcu bir İlâhiyatçıya

Lütufnâmenizi aldım, teşekkür ederim.

“Sen ilâhiyatçı değilsin, dinî konularda konuşup yazamazsın”

diyorsunuz. Bu konularda söz hakkı bizimdir…” diyorsunuz. Prensip itibarıyla haklısınız. Ancak şu hususları bilmenizde yarar görmekteyim. Madde madde arz ediyorum:

Birincisi: Bendeniz bir Ehl-i Sünnet Müslümanıyım, benim dinî konularda kendi fikrim ve re’yim olmaz. Medreseler kapatılmış, gerçek din alimlerinin sayısı çok azalmış olduğu için bi’z-zarure, bi’l-mecburiye yazıyorum. Benim yazdıklarım muteber, güvenilir din kitaplarında, ilmihallerde, ahlâk ve tasavvuf eserlerinde yazılı olan şeylerdir.

İkincisi: Reformcu, yenilikçi, değişimci, Fazlurrahmancı, şucu ve bucu bir ilâhiyatçı ile tartıştığım zaman benim dediğim doğrudur; çünkü ben ehl-i sünnet alimlerinin dediklerini nakl ediyorum, kendimden konuşmuyorum. İlâhiyatçı ise heva, re’y ile konuştuğu için yanılıyor.

Üçüncüsü: İnce din konularında elbette konuşup yazamam. Zaten böyle bir şey yapmıyorum. Ancak şu hususu da iyi bilmek gerekir ki, 2 ile 2’nin 4 edeceğini söylemek için matematik profesörü olmak gerekmez. Dinde reform ve değişiklik olmayacağı da böyle zarurî bir bilgidir. Bunu her Müslümanın söylemeye hakkı vardır.

Dördüncüsü: İslâm hükümlerinin dört kaynağından ikincisinin Sünnet olduğunda ondört asırlık bir icma bulunmaktadır. İlâhiyatçıların en bilgilisi bile bu gerçeğe aykırı bir şey söyleyemez.

Beşincisi: Sadece ilâhiyatçı olmak kişiyi din âlimi yapmaz. Din âlimi olabilmek için klâsik din ilimlerini ehliyetli ve icazetli bir üstadtan okuyup, bilâhare imtihan verip, bu imtihanı başarıyla verip icazet almış olmak gerekir. İslâmî usullere uygun icazeti olmayan hiç kimse âlim değildir. Yüz milyonda bir çıkan üveysî şahsiyetler müstesna. Zat-ı ilâhiyatpenahîlerinizin bir Bediüzzaman olmadığı besbellidir. Sizi uyarıyorum: Aramızda ihtilâflı olan bütün konularda benim yazdıklarım doğrudur, sizin ileriye sürdükleriniz hatâlıdır. Çünkü ben kendimden kendi fikirlerimi yazmıyorum, fakihlerin yazdıklarını tekrarlıyorum.

Bilvesile selâm ve hürmetlerimi sunarım.

Sarık

Bundan yıllarca önce İstanbul’daki selatin camilerden birinin bir helâ bekçisi vardı. Bu zat beyaz sarık sarar, cübbe giyerdi. Onun helâ bekçisi olduğunu bilmeyenler haline, kılık kıyafetine bakarak ulemadan biri sanırlardı. Bu kişi cami bahçesinin bir kısmında sebze eker, onları satardı. Tuvalete girip de parası olmayanları pek şiddetle azarlardı. Bir gün onbeş yaşlarında bir delikanlı helaya girmiş, çıktığında bozuk parası olmadığı için bir şey vermemiş, bizim sarıklı cübbeli bekçi fena halde öfkelenmiş, ağır sözler söylemiş. Meğerse bu çocuk Vakıflar’da müdürlük yapan bir bürokratın oğluymuş. Babasına durumu hikaye etmiş ve sarıklı ve öfkeli helâ bekçisi işinden olmuş…

Hiç unutmam bu öfkeli adamla bir gün ben de münakaşa etmiştim. Cami bahçesinde sebze yetiştirip sattığı için… Neyse, yine de din kardeşimizdir, Allah selâmet versin.

Eskiden Osmanlı devleti zamanında herkes istediği kıyafete bürünemezdi. Din ulemasının belli bir kıyafeti vardı. Tarikat şeyhlerinin her biri, kendi tarikatına uygun olan tacı giyerdi. Bir Mevlevî şeyhi, uzun sikkesinin üzerine sardığı sarıktan belli olurdu. Kadirîlerin ayrı, Rufaîlerin ayrı, Halvetîlerin ve Bektaşîlerin ayrı sarıkları, taçları vardı.

Esnaftan Müslümanlar abanî sarık sararlardı. Bir köfteci, bir saka (su satıcısı), bir kayıkçı ulema sarığı sararsa devletin kolluk güçleri onu uyarırlardı. Dinimizde sarığın, imamenin yeri vardır. On küsur yıl önce sarık hakkında bir yazı yazmış, bu konudaki bilgileri özet olarak vermiştim.

Zamanımızda yeni Müslümanlar başları açık olarak namaz kılıyor, hattâ bu şekilde imamlık yapıyor. Böyle bir hal, en hafif tâbiriyle edebe riayetsizliktir. Sarık/imame sarılmasa bile en azından temiz ve güzel bir namaz takkesi takılmalıdır namaz esnasında. “Efendim, cebimde takkeyi koyacak yer yok…” diyen çokbilmişe “Ama cep telefonunu koymaya yer buluyorsun” cevabı verilir.

Sevgili din kardeşlerimizi uyarıyorum:

Din alimi veya tarikat şeyhi veya mensubu olmayanlar ulema, şeyh, derviş sarığı sarmasınlar. Eskiden halk tabakası nasıl sarık sarıyorsa onlar gibi sarıklansınlar. 16 Nisan 2006