Mengen, Devrek, Gerede Seyahatim
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 02 Ocak 2019
Perşembe
Ramazan’a iki gün kaldı, küçük bir seyahat yapayım dedim… Sabah yedide evden çıkacaktım. Yarım saat geciktim. Kedilerin mamaları, suları falan… Erken saatte yollar oldukça tenha oluyor… Ya Rabbi!.. Yol kenarlarında ne kadar çok büyük bina yapılıyor. Bunların çoğu mesken. Yakın zamanda içlerine insanlar dolacak, çocukları bulunacak. Sabah okula gidecekler, akşam dönecekler. Bu şehir bu trafiği kaldırır mı?
TEM’deki Düzce tünelinden geçtik. Ben daha uzun olduğunu sanıyordum, bitiverdi. Geniş yolda vızır vızır lüks ve pahalı otomobiller seyr ediyor. Türkiye:
Bir oto-toplum, Bir cep-toplum, Bir bina-toplum oldu.
Hedefimiz Mengen. Üç buçuk saatte oraya vardık. Yolda Berceste’de sabah çorbası ve biri Türk, biri Yunan yapımı iki kavanoz reçel satın alma molası dahil. (Türk reçeli “Mürver Çiçeği”, Yunan reçeli “Yeşil Turunç”. Şu Türkiye’ye neler ithal ediliyor. Bunları kendimiz yapsak, dışarıya da satsak olmaz mı?)
küçük bir ilçe. Girişinde nüfusu 5500 olarak yazılı ama bazıları 2000 kişi var yok diyor. Eski evler yıkılmış, yerlerine beton binalar yapılmış, tarihi doku silinip tahrip edilmiş. Lokantaların çoğu içkili idi. İçkisiz bir yerde öğle yemeği yedik… Geceyi
nde geçireceğiz. Önceden telefonla yer ayırtmıştık. Tek kişilik odalar 15, iki kişilik odalar 20 lira (Sabah kahvaltısı dahil)... Otelde yemek de veriliyor. En pahalı yemek 4 lira mıydı, 5 lira mı unuttum.
Öğle ezanı okunuyordu. Yakındaki bir camiye gittik. Oradan Yedi Göller’e doğru yola çıktık. Bir kısmı asfalt, bir kısmı stabilize dar ve bozuk bir yol. Her taraf ormanlık, yeşillik. Gide gide menzilimize vardık. Göl dedikleri küçük şeyler. Yosunlu, üzerlerine yapraklar düşmüş. Çay içecek, biraz soluk alacak bir tesis var mı? Yok. Orman bekçisinin küçük kulübesinin yanındaki bir masanın etrafındaki sıraya oturduk. Bekçi çay yapıp satıyor. Plastik bardakta ikişer çay içtik. Mengen’de beni tanıyan köfteciden aldığımız köfteleri yemeye başladık.
Seyahatin en önemli hadisesini burada yaşadım. Serçe büyüklüğünde göğsü kırmızı bir kuş geldi. Masaya kondu, aramızda 50 santim var. Ona ekmek kırıntıları attım. Başka serçeler de geldi, onlar kızıl göğüslü kuş kadar yaklaşmadı ama adeta evcilleşmişlerdi. Küçük bir kuşun bana bu kadar yaklaşmasından, güvenmesinden memnun ve mutlu oldum. Biliyorsunuz, benim küçük mutluluklarım vardır.
Burası korunmuş bir bölge, geliştirmek için Almanlarla işbirliği yapılıyormuş, yol kenarındaki bir levhadan öğrendik. Devlet buradaki ormanlara binlerce sülün salmış. Sülünler, barınacak çalı falan bulamadıkları için kamilen (tamamı) tilkilerin, yırtıcı vahşi hayvanların kurbanı olmuşlar. Şu anda bir tek sülün yok.
Bu sülünler için devlet elbette bir sülüncüye para ödemiştir. Paralara yazık, sülünlere yazık… Ormandaki biri “Sülünleri iyice büyümeden ormana attılar ve hepsi hepsi telef oldu…” diye hayıflandı. Sülün nasıl bir ortamda yaşar? Ne kadar büyüdükten sonra doğaya salınır? Bizim sayın uzmanlarımız, bürokratlarımız bunları bilmiyor mu?
Bozuk yoldan yine 50 kilometre giderek ana yola çıktık. Nereye gidelim. Devrek’e dedik, Oraya yakın bir köyde (İsmi Yağmurlu muydu?) durduk, camisinde ikindi namazı kıldık. İmam efendi beni tanıdı. Köy kahvesinde ayran ikram etti. Mamur bir köy, apartmanlar yapmışlar. Yoldan geçerken bazı beton evler gördüm. Oralarda hava pek sıcak olmadığı halde klimalar takmışlar.
Devrek’e vardık. Oraya çocukluğumda 1940’larda gitmiştim. Ne kadar değişmiş. Apartmanlar, beton binalar… Bir dükkandan alış veriş ettim, aşırı makyajlı bir hanım kasada oturuyordu. Sanırım Çağdaş Yaşam Derneği üyesidir.
Devrek’e gidilir de baston alınmaz mı? Bastoncular çarşısına gittik, iki ucuz baston aldık. Başka ne alalım? Sorduk, burada bastondan başka geleneksel sanat eşyası bulunmaz dediler. Dolaşırken vitrininde el dokuması kumaşlar bulunan bir dükkan gördüm. Oraya girdik. Başı kapalı yaşlı bir hanım çalıştırıyor. Yakası açılmadık, ketenden el tezgahında dokunmuş bir eski zaman gömleği, yine el dokuması bir miktar kumaş satın aldık. Kadıncağız, duvardaki sakallı bir zatın resmini göstererek “Bu benim kayın pederimdir, bundan yıllarca önce Ereğli ile Devrek arasında atla posta taşırmış” dedi. Eski yazılarımda birkaç defa bahs etmiştim. 1939’da iki çocuk dergisine abone idim, henüz okuma yazma bilmiyordum, her hafta Ereğli’den Devrek’e posta taşıyan katırlı bir zat evimizin önüne geldiğinde dergilerimi atar, yoluna devam ederdi… 2007 ‘de işte bu zatın resmi karşıma çıktı. Rahmet olsun.
Devrek’in simidi çok meşhurmuş. Dört beş simit aldım. Akşam ezanı okunurken Mengen’e döndük. Akşam yemeğimi otelde yedik. Çay içtik, sohbet ettik, yatsı namazı ve sonra yattık.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra yola çıktık. Gerede buraya çok yakın. Gerede deyince orada geçirdiğim hapishane günleri hatırıma geliyor. Tatlı hatıralar değil… Neyse gidelim. Belki eski, el sanatı bir eşya bulurum.
Gerede 25 bin nüfuslu canlı bir şehir. Belediyenin önünde durduk, müracaata sordum: “Burada el sanatı yapılıyor mu, nerede satılıyor?” Delikanlı pek cevap veremedi. Geri dönüyorduk ki, emlak dairesi memurlarından yardımsever bir zat yanımıza geldi ve bize bazı yerler gösterebileceğini söyledi. Birkaç bakırcı dükkanı varmış. Onların birinden iki yüz senelik eski bir bakır tabak aldım. Üzerinde Osmanlıca
yazılıydı. İstanbul’a döndüğümde tabağı parlatmaya verdim, Mutfakta duvara asacağım.
Oradan panayır gibi bir yere gittik. Barakalar kurulmuş, bin çeşit ihtiyaç maddesi, ıvır zıvır satılıyor. Birkaç halıcı, kamyonlarla getirdikleri eski halıları çimenlere sermişler. Dört metre karelik bir el dokuması halıyı 75 liraya, bir yol kilimini 25 liraya, mavi bir cicim kilimi (4 metre) 30 lira, bir yığın ufak parçalar üç, beş, on lira gibi fiyatlara…
Gerede’den öğleyin yola çıktık. Bu sefer eski yoldan gideceğiz. Mengen pek dindar bir şehir değilmiş. Gerede oraya nisbetle hayli dindar. Tarihi de çok eski.
Gerede Belediyesi’nin kültür müdürlüğü yokmuş. Büyük bir eksiklik. Böyle canlı bir yerde kültür müdürlüğü olmalı ve ilk olarak geleneksel el sanat ve zanaatlarını canlandırmalı. El tezgahlarında kumaş dokumak, bakırcılık, testicilik çömlekçilik, ağaç oyma ve işleme ve daha neler neler. Efendim burada böyle bir şey olmaz!.. Niçin olmasın? Devrek’te eskiden bastonculuk var mıydı? Sonradan oldu. Pekala Gerede’de de olur.
Etrafı seyr ede ede dönüyoruz. Gebze’ye varmadan önce Tavşanlı köyü civarında gümrükten alınma malları satan bir mağazaya uğradık. Oradan da bir iki alışveriş.
Boğaz Köprüsüne yaklaştık ki, birkaç kilometrelik bir sıkışıklık var. Köprü başına bir buçuk saatte vardık. Bu şehri bu kadar büyütenlere beddua etmeli. Rant için güzel İstanbul’u ne hale getirdiler. Kazandıklarını afiyetle yiyemesinler, burunlarından fitil fitil gelsin!
Eve geldim. Aman ya Rabbi!.. Kediler buzdolabının kapağını açmışlar, yediklerini yemişler, yemediklerini etrafa saçmışlar… Bereket getiren sevimli hayvanlar ama böyle muzırlıkları da oluyor. 21 Eylül 2007