Perşembe

 

Gemi değil, bir âlâmetti. Saray mı desem, büyük bir şato mu?.. Kaç kattı bilmiyorum. Lüks mevkilerini, salonlarını görmeliydiniz. Her yer altın yaldızlı, mermerler, en değerli keresteden lambriler, ince ilmekli kök boyalı halılar, pahalı porselenler, nefis kristaller, kuyruklu piyanolar, duvarlarda yağlı boya tablolar, kuş tüyü yataklar, binden fazla misafire nefis yemekler hazırlayan mutfaklar, dans salonları, gezinti yerleri, kütüphâne ve daha neler neler…

Bu anlattığım alamet saray veya büyük şato Titanic transatlantik yolcu gemisiydi ve 1912 dünyasının harikasıydı. Buhar gücüyle çalışan dehşetli makineleri fayrap edilince Atlantik’in mavi suları üzerinde kayarcasına, uçarcasına yol alıyordu. Dünya basını, fennin ve medeniyetin bu son akıl almaz mucizesinden bahs ediyordu. İlk yolculuğuna İngiltere’den pür tantana, pür velvele çıkmış, Amerika’ya doğru yol alıyordu. Başkaptanı, o günlerin en tecrübeli, en mâhir, en birikimli denizcisiydi. Uzun ve başarılı bir kariyere sahipti. Velhasıl her şey yolunda idi. Birinci mevki yolcuları lüks, konfor, müzik, dans, şampanya, oyun, eğlence içinde vakit geçiriyordu.

Yazık ki, gemi battı… Titanic’e öylesine güvenmişlerdi ki, bütün yolcuları ve mürettebatı (çalışan işçileri ve personeli) alabilecek filikalar (can kurtaran sandalları) koymamışlardı. 1000’den fazla insan öldü, büyük facia oldu… İnsanlık o dramı hâlâ unutamıyor. Şimdiye kadar kaç roman yazıldı, kaç sinema filmi yapıldı, kaç tarihî araştırma yayınlandı, çeşitli dillerde kaç on bin makale kaleme alındı. Milyarlarca insan için Titanic kelimesi hiç de yabancı değil…

Titanic niçin batmıştı?.. Buzdağına çarptığı için mi… Hayır hayır… O çarpma sebep değil, bahanedir. Gemi kızaktan indirildikten sonra sersem mi diyeyim, beyinsiz mi, söz sahibi adamlardan biri şu lâfı sarf etmişti: “Bu gemiyi Allah bile batıramaz…”

Sen misin böyle kâfirce konuşan, gemi birinci seferinde pür velvele, pür tantana, pür şaşaa battı. O lânet herifin, lânetli sözü yüzünden battı… Ben o tarihte yaşasaydım, o sözü duyduktan sonra Amerika’ya gitmek için asla Titanic’e binmezdim.

Bir sersemin, bir beyinsizin, bir küstahın lâfı yüzünden belâ, azab, musibet toptan geldi. Bu dünyada her devirde ve her coğrafyada Titanicler olagelmiştir. Hiçbir beyinsiz “Bizim Titanic’imizi Tanrı bile batıramaz” gibi küstahlıklar yapmasın. Tarihe baksın, nice Titanicler batmış.

Haklı Tenkitlerimizden Gocunmasınlar

Hiçbir Müslüman şahsa veya cemaate düşmanlığım yoktur. Soğukluk, anlaşmazlık, ihtilâf olabilir ama düşmanlık asla olmaz. Çünkü bütün mü’minler kardeştir ve Allah’ın tesis etmiş olduğu bu kardeşlik bozulamaz. İman kardeşliği bağını çözmek veya kopartmak büyük isyan ve günah olur. Tenkit etmek, düşmanlık değildir. Tenkitler doğru ise kabul edilmelidir. Doğru değilse itiraz edilmelidir.

Ortada vahim iddialar vardır:

(1) Tevhid ile Teslis’in uyuşacağını iddia edenleri mutlaka tenkit etmek gerekir. Böyle bir iddia karşısında susmak dinen cinayet olur.

(2) İslâm’ın Allah katında tek hak ve geçerli din olduğu inancını yıkmak istiyorlar; onun yerine “Üç İbrahimî din vardır, üçü de haktır, üçünün mensupları da Ehl-i Necattır, Cennet’e girecektir…” diyorlar. Bunu da tenkit etmek vaciptir. Böyle bir şey olamaz. Tek hak din vardır, o da İslâm’dır.

(3) Hâtemülenbiya Resûl-i Kibriya Efendimiz’in risâlet ve dâvetini inkâr edenleri, O’na yalancı diyenleri, O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerim’i hak kitap olarak kabul etmeyenleri, İslâm dinini ilahî din olarak kabul etmeyip onun kul uydurması olduğunu söyleyenleri doğru yolda gören ve gösterenleri tenkit etmek yine vaciptir.

(4) Kendilerini tenkit edenlere zındık diyorlar. Bu da yanlıştır.

(5) Kendilerini mâsum (günahtan korunmuş), hiç hatâ yapmaz, yanılmaz olarak gösteriyorlar. Böyle bir gösteriş ve inanç İslâm’ın temel öğretilerine, inanç ilkelerine aykırıdır.

Müslümanların birbirlerine olan kardeşlik vazifelerinden biri de, yapıcı, haklı, aydınlatıcı, doğru ve âdil yola sevk edici müsbet tenkitler ve uyarılar yapmalarıdır. Böyle uyarılara kızıp köpürmek yanlıştır.

Asr-ı Saâdet dâhil, İslâm dünyasında her zaman çeşitlilik olagelmiştir. Ashab-ı güzin (Sahabelerin seçkinleri) efendilerimizin meşrepleri bir değildi. Hz. Ömer de büyüktü, Ebu Zer Gıfarî de… Lakin meşrepleri değişikti. Bütün Müslümanların aynı kan grubuna mensup olmasını istemek tabiat-ı eşyaya aykırı tehlikeli bir ütopyadır. Hiçbir İslâmî cemaatin bütün Müslümanları (Ümmet-i Muhammed’i) kendi çatısı ve bayrağı altında toplamak hayaline kapılmaması gerekir. Bütün, parça içine sığmaz. Önemli olan “çeşitlilik içinde sarsılmaz bir vahdet/birlik sağlamaktır.”

Taleplerimiz:

(1) Tenkitlerimizden gocunmasınlar.

(2) Doğru olduğuna inandığımız ve doğru olduklarını dinen ispat edebileceğimiz haklı ve insaflı tenkitlerimizden dolayı bizi zındıklıkla suçlamasınlar.

(3) Kendilerine çok güveniyorlarsa icazetli, gerçek, ciddî bir ulema meclisi toplansın ve onların çürük ve sakat iddialarını dinlesin, incelesin ve gerekçeli fetva versin. Herkes de bu fetvaya uysun.

Hiçbir şahıs veya cemaat Yüce İslâm dinini ve Muhammedî mirası tekeline almaya yeltenmesin; İslâm’ı kumaş, kendisini makas sanıp keyfince kesip biçme, çıkarma, ekleme yapmaya cür’et ve cesaret etmesin.

İslâm’ın ve Ümmet-i Muhammed’in en azılı, en harbî, en yaman düşmanlarıyla işbirliği yaparak İslâm’a hizmet edilmez. Müşkil ve tereddütlü mesele ve vak’alarda Müslümanlar için Allah’a ve Peygambere sorma yolu açıktır. Kur’ân’a, Sünnete baksınlar, Kur’ân ve Sünnet’i 14 asırdan beri açıklayan rabbanî ulemanın kitaplarına müracaat etsinler. Bir yol daha var: Keşifleri açıksa, usûl ve erkanına uyarak istihare yapsınlar. Onların rüyaları, vâkıaları, istihâreleri Ümmet-i bağlamaz ama kendileri aydınlanmış olur.

Her hâl ü kârda nefslerinin, hevalarının, re’ylerinin ve kafalarının dediğini yapmasınlar. 20 Nisan 2007