PazarÜç İslâm var. Biri din-i mübîn-i İslâm, ikincisi siyasal İslâm, üçüncüsü islâmî hareket (veya hareketler.) Asıl İslâm, din olan İslâm’dır. Siyasal İslâm’ı başka bir yazıda incelemek üzere, bugün sadece islâmî hareket üzerinde durmak istiyorum.

İslâmî hareket fırkalarının kendilerini İslâm dini ile özdeşleştirmeleri yanlıştır. Ülkemizdeki islâmî hareket fırkalarının belli başlılarını sayayım:

1. Pakistan’daki Mevdudî hareketinin Türkiye’ye aksetmiş şekli. Merhum Mevdudî Cemiyet-i İslâmiye adında siyasî bir parti kurmuş, ismi İslâm cumhuriyeti olan, anayasasında “Şeriat’a aykırı kanun çıkartılamaz” diye bir madde bulunan bir ülkede maalesef başarılı olamamıştır. Mevdudî hareketi siyasî, ideolojik, aktivist bir harekettir. Bir mezhep, tarikat, meşreb değil; bir fırka, bir metoddur. Çıktığı yer olan Pakistan’da niçin başarılı olamamıştır? Pakistan’da başarılı olamayan bir metodun Türkiye’de başarılı olması mümkün ve muhtemel midir? Mevdudî, imanın altı şartından biri olan kadere, yazdığı kitaplarda yer vermemekte, “İmanın beş şartı bulunmaktadır” şeklinde açıklama yapmaktadır. Ehl-i sünnet uleması bir çok hususlarda bu zatı tenkit etmişlerdir. Ben kendisi için merhum kelimesini kullandım. Allahü Teâlâ’nın rahmeti geniştir, bu rahmeti kısıtlamak kimsenin inhisarında değildir. Lâkin Mevdudî, bir kul olarak, bir fikir ve aksiyon adamı olarak lâ yuhtî ve lâ yüs’el (hatâsız ve sorumsuz) bir kimse değildir. İnsaf, edeb, iman kardeşliği hudutları içinde tenkit edilebilir. Onun metodunda ve hizmetlerinde bazı hatâlar vardı ki, Pakistan gibi bir ülkede başarılı olamamıştır.

2. Ülkemizdeki ikinci güçlü islâmî hareket Arap ülkelerinden gelen İhvanü’l-müslimîn hareketidir. Bu hareket Mısır’da 1929’da bir öğretmen olan merhum Hasanü’l-Banna tarafından çıkartılmıştır. Hasanü’l-Banna Kral Faruk zamanında şehid edilmiştir. Bu hareket de, ne Mısır’da, ne de başka bir Arap ülkesinde başarılı olabilmiştir. Çıktığı yerde başarılı olamayan bir hareketin Türkiye gibi şartları, yapısı son derece değişik başka ve farklı bir İslâm ülkesinde başarılı olma şansı var mıdır? Müslüman Kardeşler niçin başarılı olamadılar? Hasan Banna’yı ve ilk İhvancıları tenzih ederim ama bu hareketin içine daha sonra şiddet taraftarı, aceleci, söz dinlemez, itidal ve teenniden uzak elemanlar karışmıştır. Zâlim diktatör Abdünnasır başlangıçta İhvan hareketi ile iyi geçiniyordu. Sonradan aleyhlerine dönmüş, başta Seyyid Kutub olmak üzere nice ihvan büyüğünü idam ettirmiş, diğerlerini uzun yıllar zindanlarda çürütmüştür. Çünkü lâf dinlemez, terorist zihniyetli birtakım kemalsiz ve firasetsiz Müslümanlar Nâsır’a karşı suikast tertiplemişler, başarılı olamamışlar ve bütün hareketin ezilmesine yol açmışlardır.

3. İran’daki şiî İslâm devriminden sonra bizde de bu metodun denenmesini isteyen bir grup çıkmıştır. Bunlar o kadar ileri gitmişlerdir ki, şiî hocaların bile reddettiği kitapları tercüme ederek Türkiye’de yaymışlardır. Bunların başında Ali Şeriatî’nin kitapları gelir. Bu zat, “Allah gerçek bir Janus’tur” diyecek kadar ileri gitmiştir. (Janus iki çehresi olan bir Roma putudur.) Şiîler ile Sünnîler arasında maalesef usûl meselelerinde derin ihtilâflar vardır. Türkiye’deki islâmî yapı İran’dakine kesinlikle uymaz. Şiîlik bin yıldan fazla muhalefet yapmış, devlet desteği olmadan ayakta durmuştur. Sünnîlerde bu birikim yoktur. Sünnî ülkelerde, sünnî İslâm toplumları içinde ayrı metodların tatbik edilmesi gerekir.

Ülkemiz Müslümanları arasında görülen en vahim yanılgı ve hatâ, İslâm dini ile islâmî fırka, hizip, hareket ve meşreblerin özdeşleştirilmesidir. İslâm dini kutsaldır, ilâhidir; tenkit edilemez. İslâmî fırkalar, metodlar, hizipler, ideolojiler ise beşerîdir; sorgulanabilir ve tenkit edilebilir.

İslâm dini bütündür; islâmî hizipler, fırkalar, ideolojiler, metod ve meşrebler ise parçadır, arazdır. Bütün parça içine sığdırılamaz.

İslâmî hareketin içindeki bir fırkayı tenkit etmenin elbette bir edebi ve terbiyesi olacaktır. Tenkitler kırıcı ve yıkıcı olmamalı. Bir Müslüman, Allah’ın tesis etmiş olduğu iman kardeşliğini inkâr edemez ve zedeleyemez. Lâkin ehil ve vazifeli olan bir Müslüman, müsbet mahiyette özeleştiri yapabilir, din ve iman kardeşlerini uyarabilir.

Ülkemizde Vehhabî propagandası da yapılmaktadır. Vehhabîler kendilerine böyle denilmesinden hoşlanmazlar. Onlar Selefî, Ehl-i Tevhid olduklarını iddia ederler. İmamları İbn Teymiye ve Muhammed ibn Abdülvehhab’tır. Bilhassa itikad konusunda ehl-i sünnet ile aralarında büyük ihtilâflar vardır. Müteşabihatı lügavî mânâlarına alırlar ve tenzih akidesine uymayan yorumlar yaparlar. Tasavvuf ve tarikat ulularına, velilere “Evliyauşşeytan” diyerek onları küfür ile itham ederler. Vehhabilere göre dünyada çok az Müslüman vardır. Ümmet’in büyük çoğunluğunu şirkle, küfürle suçlarlar. Ehl-i sünnet uleması bu fırkayı red ve cerh etmek üzere nice kitap yazmıştır.

Türkiye’nin bin yıllık bir islâmî birikimi bulunmaktadır. Osmanlı devleti zamanında Kitabullah’a, Sünnete, Hulefa-i Raşidîn uygulamasına yakın ve uygun bir İslâm tatbikatı olmuştur. Türkiyeli Müslümanların islâmî uygulama, metod, meşreb konusunda Pakistan’dan, İran’dan, Arap dünyasındaki aktvist islâmî hareketlerden ve ideolojilerden ilham almasına lüzum yoktur.

Tarih boyunca İslâm dünyasında sevad-ı âzam denilen orta ve geniş bir yol olmuştur. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem, “Ümmetim içinde bir ihtilâf çıkınca siz Sevad-ı azama (büyük topluluğa, geniş karaltıya) tâbi olunuz” buyurmuşlardır.

İslâm’ın bir tasavvuf-mistik boyutu vardır. Modern ve aktivist islâmî hareketler bu boyutu inkâr ederek yanlış ve aşırı yollara sapmışlardır. Peygamber “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz” buyurmaktadır. Şiddetle, aktivizm ile başarıya ulaşmak mümkün değildir.

Peygamber Aleyhisselâtü Vesselâm’ın zühd tarafı da vardır. İslâm’da elbette din ile dünya arasında bir ayırım yoktur. Lâkin İslâm her şeyden önce bir dindir. Onun dünyevî nizamla ilgili hükümleri, dinî boyutundan nöce gelmez. İslâmî ve şer’î ahkâmın bir sıralaması vardır. Önce akaid hükümleri, sonra temizlik ve ibadetlere ait fıkhî hükümler, sonra ahlâk hükümleri, daha sonra muamelât hükümleri. Bunların hepsini geri plâna atıp da, siyasî mücadeleyi, şiddeti, İslâm’ın ruhuna uygun olmayan bir cihadı birinci plâna koymanın başarısızlığa yol açacağından kimsenin şüphesi olmasın. 16 Nisan 2001