Felâketler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 12 Ocak 2019
Pazartesi
Bir ay kadar önce İstanbul çok büyük bir tehlike atlattı. Marmara denizinde şiddetli bir lodos rüzgârı esiyordu, deniz hayli çalkantılı idi. Güvertesinde içi likit gaz dolu tankerler bulunan bir gemi battı, patlayıcı madde depoları denize döküldü. Bunlardan biri patlamış olsaydı, şehirde üç kilometre karelik bir sahil bölgesi korkunç şekilde yok olacaktı. Daha korkunç bir felâket olabilirdi. Tanker, Boğazdan geçen bir amonyak gemisine toslayıp patlasaydı, İstanbul üzerine atom bombası düşmüşçesine yok olacaktı.
Bazıları “Şansımız varmış, patlama olmadı…” diyorlar. Şans mans değil, şehri Cenâb-ı Hak korudu. Yıllardan beri gazeteler yazıp durur, “İstanbul’daki Boğaz trafiği çok yoğunlaştı. Her gün, içleri patlayıcı ve parlayıcı madde dolu gemiler geçiyor, yeterli güvenlik tedbiri alınamıyor. İki tanker çarpışsa, bir geminin dümeni bozulup karaya vursa, içlerindeki parlayıcı ve patlayıcı maddeler ateş alsa, ne olacak?”
Raporlar hazırlanıyor, komisyonlar kuruluyor, heyetler toplanıyor… Neticede eski hamam eski tas. Ne yeterli tedbir alınıyor, ne de güvenlikle ilgili şartlar yerine getiriliyor.
İstanbul, yaklaşan büyük zelzele konusunda da çok hazırlıksızdır. Geçenlerde Bayındırlık Bakanı, korkutucu bir beyanda bulundu. “Vilayet merkezlerimizden biri zelzelede feci şekilde yıkılacaktır…” dedi. Panik olmasın diye şehrin adını vermedi.
1. Zelzelede on binlerce, belki de yüz binlerce bina yıkılacak, içlerinde oturanlar enkaz altında can vereceklerdir.
2. Yaralı olarak kurtulanları tedavi edecek yeterli sayıda ve miktarda hastane, doktor, ameliyathane, ilaç, tıbbî malzeme bulunmayacaktır.
3. Şehirde en az yirmi bin ayrı yangın çıkacak, bunların söndürülmesi mümkün olmayacaktır.
4. Marmara denizinden gelecek iki buçuk, üç metre boyundaki dev dalgalar sahilleri silip süpürecektir.
5. Yağma, talan, soygun yapılacaktır.
Belediyeler şiddetli bir zelzele olduğu takdirde yıkılacak evleri biliyorlar. Biliyorlar ama bunların en kısa zamanda tahliyesi için ciddi bir çalışma yok. Halkımız da şaşkın bir vaziyette. Bazı yerlerde “Vatandaş, oturduğun bina depremde yıkılabilir, çoluk çocuğunla enkaz altında ölebilirsin. Burayı bir an önce tahliye etmen gerekiyor…” denildiğinde, sayın vatandaşımız “Ölürüm de çıkmam!” diyormuş. Böylesine ne demeli? Bu memlekette, A’dan Z’ye kadar her şey bozuktur. Bu memlekette, her işin çivisi çıkmıştır. Tek tük istisnalar vardır. Meselâ uçakların bakımı iyi yapılır, bu konuda uluslararası standartlara uyulur. Çünkü uçağın şakası yoktur. İyi bakmazsan düşer.
Büyük bir şehrin iyi idare edilip edilmediği, orada medeniyet olup olmadığı kaldırımlarından anlaşılır. Kaldırımlar derme, çatma, eciş bücüş, şişirme ise orada iyi idare, iyi belediye ve gerçek medeniyet yoktur.
İşler yürüyormuş… Yürüyor da nasıl yürüyor? Halkın temel gıdası olan ekmekleri ele alalım. Ekmeklik buğday unlarına kaç çeşit kimya karıştırıldığını biliyor musunuz? Kepeği tamamen alınmış beyaz, daha beyaz, bembeyaz, en beyaz ekmeklerin halk sağlığına büyük zarar verdiğini biliyor muyuz?
Piyasada satılan meyveler, sebzeler hormonlu. Ağaçlara sağlığa zararlı kimyevî gübreler veriliyor. Tavuklar, sucuklar, sosisler, hazır yemekler, meşrubat bir yığın kimyevî madde, aroma, boya, koruyucu ile dolu.
Geçenlerde gazeteler yazdı. Doğu sınırımıza çok yakın bir yerde Ermenistan, miadı dolmuş, bakımı yapılmayan, külüstür ve hurda bir atom santrali çalıştırıyormuş. Bu santral vaktiyle Çernobil’de patlayan santral gibi patlarsa birkaç vilayetimiz yaşanmayacak hale gelecek, serpintiler bütün Türkiye’yi vuracakmış.
Bu konuda ne yapıyoruz? Bilhassa fakir halkın gittiği hastaneler, izdihamdan yıkılacak vaziyette. On milyonlarca Türkiyeli, hasta. Son Cuma namazlarından birini Beyazıt Camii’nde kıldım. Sonra Süleymaniye’ye doğru yürüdüm, yol öğrenci ile doluydu. Gençlerin benizleri soluktu. İyi ve dengeli beslenmeyen, sağlıklı olmayan, kendine bakamayan kavruk nesiller yetiştiriyoruz. İnsan dayanıklı mahlûk, bu kadar zehre, aromaya, boyaya, hormona, kimyevî maddeye, benzoata, nitrata, zararlı katkı maddelerine rağmen vatandaşlarımız yine ayakta. Ayakta ama bin hastalık, bin olumsuzluk içinde. Sanki Türkiyeliler kasıtlı ve planlı olarak çürütülüyor, zehirleniyor.
Sahte rakıdan yirmi beş, otuz kişi öldü diye, büyük medya kızılca kıyamet kopardı. Rakının sahtesi değil, gerçeği en büyük felâkettir. Sahte rakıdan yirmi beş-otuz kişi öldüyse, hakikisinden her yıl binlerce kişi can veriyor. Bunun üzerinde duran yok.
Uyuşturucu ilkokullara kadar girdi. Birtakım güçler, genç nesilleri seks manyağı haline getirmek istiyor. Seks konusundaki ölçüsüzlük gençlerimizi manen ve maddeten çökertiyor.
Sovyetler Birliği çöktüğü zaman Doğu Karadeniz vilâyetlerimize Nataşa akını olmuş ve korkunç tahribata yol açmıştı. Nataşalar yekûn olarak milyarlarca dolarlık zarar vermişlerdir. Yıkılan yuvalar, iflâs eden adamlar; bin çeşit maddî, manevî hastalık. Eski Osmanlı-İslâm ahlâkı hâkim olsaydı böyle mi olurdu? Birtakım hainler, o ahlâkı kasıtlı ve planlı olarak yıkmışlardır. Bazı Batı Avrupa ülkelerinde zina suç olmayabilir. Bizde ise, ayıptır, suçtur, günahtır. Gel de bizim çağdaşlara, ilericilere, uygarlara bunu anlat. Terter tepindiler, zina serbest olsun, suç sayılmasın diye. Hatta kodaman bir yazar, zina konusunda “Biz ne zaman hayvanlar kadar hür olacağız” diye feryad ettiydi.
Türkiye’yi çökertmek istiyorlar.
-İffetsizliği, seks serbestliğini ve azgınlığını, şehveti kamçılıyorlar, teşvik ediyorlar.
-Bütün kötülüklerin anası olan içkiyi teşvik ediyorlar, içki içmeyi medenîlik olarak gösteriyorlar, içmemeyi gericilik olarak…
-Halkı zehirli, zararlı, kimyalı, boyalı, aromalı, bozuk, hormonlu gıda maddeleriyle hasta ediyorlar.
-Türk toplumunun temeli olan aile müessesesini yıkmak için, açıkça veya sinsice her hainliği, her şeytanlığı yapıyorlar.
-Gençliği uyuşturucu madde müptelâsı yapıyorlar.
-Geleneksel millî ahlâkımızın temel maddelerinden biri olan, kanaatli yaşamak huyunu değiştirip; halk yığınlarını israfa, aşırı tüketime, gelirinden daha fazla harcamaya teşvik ediyorlar.
Faiz, riba, tefecilik toplumu bir kanser gibi sarmıştır. Lüks cep telefonu edinmek toplumsal bir belâ haline gelmiştir. Otomobil bir ihtiyaç, bir vasıta olmaktan çıkarılmış; bir statü haline getirilmiştir. Son otuz yılda Türkiye’nin bir trilyon dolardan fazla sermayesi otomobile yatırılmıştır. Lüks meskenlerde oturmak cinnet haline gelmiştir. Bütün bu kötülükleri önlemek için kendi millî kimliğimize, millî kültürümüze, medeniyetimize, benliğimize dönmemiz, evrensel bilgelik ilkelerine uymamız gerekiyor. Ona da izin vermiyorlar. 05 Nisan 2005