Salı

Bu dünyanın fitnesi, fesadı, ârızası, âfeti, mekr ve hilesi hiç bitmez.

Hem dar planda, fert ve aile çevresinde, hem de geniş planda, toplum ve ülke çapında fesatlar, fitneler, felâketler birbirini takip eder durur. Tarihteki huzur yılları ve çağları ne kadar kısadır. Unutmayalım:Bu dünya bir imtihan yeridir, bir fitne alanıdır.

İslâm tarihine bakalım: Hazret-i Peygamberin irtihalinden (vefatından) sonra Arap kabileleri isyan etmiş, eski dine ve düzene dönmek istemişlerdi. Bereket versin ki, bu irtidat hareketinin karşısında

Hazret-i Ebûbekir Sıddıyk

vardı. Çağımızın büyük âlimlerinden merhum Ebu’l-Hasen Nedvî hazretlerinin küçük bir broşürü vardır. Zamanımızdaki irtidat hareketini kasd ederek, “Karşısında bir Ebûbekir bulunmayan irtidat” adını taşımaktadır.

Hazret-i Ebûbekir’den sonra

Hazret-i Ömer

devrinde adalet ve huzur oldu. Onu takiben Hilâfet makamına geçen Osman Zinnureyn hazretleri zamanında fitne ve fesat yangınları başladı ve el’an devam etmektedir. Kıyamet’e kadar da böyle olacaktır. En sersem ve akılsız insanlar, bu dünyayı kendilerine yalancı ve sahte bir cennet haline getirmek istiyenlerdir.

Öyle zengin ve ikbal sahibi kimseler vardır ki, servetlerinin ve ikballerinin hiç bozulmadan, bitmeden, sarsılmadan devam edeceğini sanırlar. Böylece gaflet içinde günlerini gün ederken ansızın muhalif bir rüzgâr eser, her şey altüst olur, kendileri de tepetaklak devrilir, yuvarlanır gider.

Zavallı Adnan Menderes… O ne ikbâldi. Kör topal da olsa demokrasi devam etseydi, Menderes ölünceye kadar halkın oyuyla ülkenin başında bulunacaktı. Lâkin gaflet etti, dünya saltanatına aldandı ve bir Mayıs sabahı uykusundan uyandı ama iş işten geçmişti. Onu âdi bir haydut veya katil gibi yakaladılar, Yassıada’ya tıktılar. Yüksek Adalet Divanı adını verdikleri olağanüstü siyasî bir mahkeme kurdular; bin türlü eza, cefa, baskı, hakaret içinde muhakeme edip sonunda idama mahkûm ettiler ve bir öğle vakti İmralı adasında darağacına çekip öldürdüler. İdamın yapıldığı gün orada Azerbaycanlı bir mahkûm çaycılık yapıyormuş, ismi İbrahim Sultanpesendî idi. Sultanahmet cezaevinde tutuklu bulunduğum sırada İbrahim’den idam hâdisesini dinledim. Çayocağı olan yerin üstteki küçük penceresinden seyr etmiş. Adnan Menderes bitik, fakat vakur, elleri arkasından bağlı, üzerine idam mahkûmlarına mahsus beyaz bir gömlek giydirilmiş olduğu halde ağır ağır yürüyerek sehpaya ilerlemiş. Gözleri dalgınmış. Boynuna ilmik geçirilmiş. Meşhur savcı, hâkimler, ilgililer oradaymış. Kin ve alay dolu bakışlarla seyr ediyorlarmış. Asılmazdan birkaç saniye önce Adnan bey çığlığa benzer canhiraş bir haykırışla “Allaaah!” diye bağırmış. Ayaklarının altındaki sehpa çekilmiş, havada sallanmış, biraz can çekişmiş, sonra ruhunu teslim etmiş.

Rivayet ederler ki, oradaki bir kişi, Menderes’in darağacından indirilen cesedine ayağıyla vurarak:

-Bu (…….)’i bin kere asmak gerekirdi… demiş.

Bakınız, ne büyük bir dünya ikbal ve saltanatının sonu ne olmuş.

Bu gibi âkıbetlerden nice Padişah bile kurtulamamış. Sultan İbrahim’in katli ne kadar fecidir. Tahttan indirmişler, sarayda bir odaya koymuşlar, kapıyı duvarla örmüşler, alttan yemek ve su vermek için küçük bir aralık bırakmışlar. Birkaç gün geçmiş. Halk söylenmeye başlamış. “Zavallı Padişahın ne suçu vardı ki…” fısıltıları duyulmuş. Bunun üzerine hainler örülen duvarı yıkmışlar. Padişah elinde Kur’ân olduğu halde “Beni ne hakla, ne sebeple öldüreceksiniz?” demiş. Mel’un katil-başı, cellada hitaben “Haydi hemen boğ onu” demiş. Cellat tereddüt etmiş. Katil-başı elindeki sopayla celladı dövmeye başlamış ve zavallı mahlu’ (tahttan indirilmiş) sultan boğularak öldürülmüş. Allah rahmet eylesin. Bu sahneyi Naima Tarihi’nden her okuduğumda tüylerim ürperir.

Felâketler hep devletlilerin başına gelmez. Halktan, sıradan kimseler de felâket ve ârızadan nasiplerini alır.

Yaklaşan felâketlere karşı, dünya şarabının sarhoşları ilgisiz kalır. Onlar ikbal nimetleri, dünya servetleri ile iyice sersemlemişlerdir. Bandolar, mızıkalar, tantanalar, debdebeler, VIP kapılarından geçmeler. Etrafları yağcı ve yalaka doludur. “Sayın büyüğüm, sayın başkanım, sayın ekselansım, sayın liderim, sayın Hazretim…” Gözlerde riyalı ışıltılar, boyun ve bellerde kırıklık, kuyruklar mütemadiyen sallanır. Ağızlar yağlı kemiklerin hayaliyle salyalıdır.

İkbal sarhoşlarının başları dimdiktir. Burunlarının zemine açıları normal insanlarınkine göre başkadır. İkbal sarhoşluğu ile çakır keyiftirler.

Ne zamana kadar?

İstikbal ne gibi sürprizler hazırlıyor?

Yıllardan beri edebiyatı yapılan bir büyük İstanbul zelzelesi var. Tarihte hiçbir zelzele hakkında, beklenen İstanbul depremi kadar konuşulmamış, yazılmamış, uyarılmamıştır. Peki ne tedbirler alındı? Bu sorunun cevabı kocaman bir “Hiiiç”tir.

Bizim için en büyük tehlike sosyal ve kültürel depremdir. Yakın tarihimizde bu ülkeyi, bu devleti, bu halkı ayakta tutan bütün temel değerler dinamitlenmiştir. Toplumda korkunç bir çözülme, dağılma müşahede edilmektedir.

Şu okulların haline bakınız. Fuhuş, uyuşturucu…

Üniversiteler YÖK tasmasıyla köleleştirilmiştir.

Halkımızın, başta din, inanç, inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyetleri ayaklar altındadır.

Başörtüsü yasağı bahane edilerek on binlerce kızımızın tahsil hakları çiğneniyor.

Büyük medyanın gündeminin birinci maddesi irtica tehdidi ve tehlikesidir. Hangi medenî, demokrat, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş ülkede böyle bir şey vardır?

Bir yanda ayda üç yüz milyon lira kazanamayan milyonlarca aile, öbür tarafta bir gecede lüks bir eğlence batakhanesinde kişi başına 300 milyon ödeyen mutlu bir azınlık.

Pembeler ve yeşiller…

Bazılarına göre ülkede Pembe sermaye tehlikesi diye bir şey yok ama yeşil sermaye büyük tehlike, büyük âfet. Öyle mi?

Fransa’da bazı kitaplar milyon adet satarken bizde kitap tirajları bin civarında. En fazla satan da birkaç on bini geçmiyor.

Halk yığınlarımız, okumuşlarımız elbette okuma-yazma biliyorlar ama kitap okuyamıyorlar.

Dergi de okumuyorlar.

Ciddî, kültürel, faydalı, seviyeli okuma bizim halkımızın ve seçkinlerimizin başını ağrıtıyor, beyinlerini zonklatıyor.

Kitaplarının hiçbir edebî, fikri, sanat değeri bulunmayan şu mâlum ve mâhut Pembe’nin romanları epey satılıyor. Yabancı dillere de çevrilmiş.

Yere yatınız, kulaklarınızı toprağa koyunuz, ayak sesleri duyacaksınız. Bir şeyler yaklaşıyor…

Fuhşun, azgınlığın, isyanın, günahın, tuğyanın bu kadar arttığı bir toplum huzura, selâmete kavuşmaz.

Pompei’nin, Herculanum’un, Lût kavminin, Sodom ve Gomore’nin nasıl yerin dibine geçtiklerini düşününüz.

Müslümanlar, Müslümanlar, Müslümanlar!..

Sadece abdest almakla, namaz kılmakla kurtulamazsınız.

İyilikleri desteklemeniz, kötülükleri kösteklemeniz gerekir. Dinde bunun adı emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır. Farzdır. Bu farzı bilkülliye terk eden Müslüman bir toplum batar.

Müslümanlar! Bu ülkede haram yeniyor. Bu ülkede haram kazanç sektörü en büyük “iş” kolu haline gelmiştir. Bu memlekette, Müslüman geçinen birtakım münafık sahtekârlar da haram yemektedir. Bu haram yeme işi bu memleketi batırır. Gafil olmayınız.

Rüşvet, işlerden komisyon almak, işleri nâ-ehil kimselere vererek emânetlere hıyanet etmek gibi kötülükler bizim başımıza belâlar getirir.

Dünya zenginliklerine, dünya ikbaline, dünya riyasetine, dünya tantanasına güvenen, onların sarhoşu olan kimseler ne kadar gafil ve cahildir.

Haram para yiyenler, siz karınlarınızı ateşle doldurduğunuzun farkında değil misiniz? Çoluk çocuğunuzu da yaktığınızı bilmiyor musunuz? 14 Temmuz 2004