Pazar günlü yazı çıkmamıştır..

Siz ey dindar, şuurlu, uyanık geçinen Müslümanlar! Başınıza gelen bir yığın dert, belâ ve musibet var. Acaba bunların sebepleri nelerdir? Siz, kabahati hep dışarıda arıyor, suçu dinsizlerin ve zâlimlerin üzerine atıyorsunuz. Sizin bir kısmınızın hiç mi kabahati yok? Biraz beni dinler misiniz?

(1) Bir kısmınız beş vakit namazı ihmal veya terk ettiniz, hafife aldınız. Kur’anın, Sünnet’in, icmâın, Şeriat’ın en önemli ve birinci madde olarak gösterdiği bu ibadeti ve eylemi ikinci plana atan bir Müslümanın iflah olmayacağı, necat bulmayacağı mâlumunuz değil midir?

(2) Namazı kılanlarınızın çoğu cemaati ihmal ve terk etmiş bulunuyor. Hür ve mukim erkekler kadınlar gibi münferiden, evlerinde, iş yerlerinde, sık sık kerahat vaktine bırakarak yalap şalap kılıyor. Halbuki farz namazları cemaatle kılmak, ihtiyarî değil, mecburîdir.

(3) Sahih itikadın muhafazası konusunda gereken hassasiyet gösterilmemiştir. Bozuk fırkaların mensupları, zındıklar, bu dini içinden yıkmak isteyen sapıklar ortaya bir sürü hatâlı görüş atmışlar ve sözde ehl-i sünnet geçinen, kendini dindar gösteren tâife bunlarla mücadele etmemiştir.

(4) Dinimiz bize, “Siz birbirinizi sevmedikçe (hakkıyla) Müslüman olmazsınız” buyurduğu halde biz fırka fırka olduk ve iman kardeşlerimize düşmanlık ettik. Meşreb ve tarikat ayrılıkları, siyasî tercihler yüzünden bir sürü fitne ve fesat çıkarttık, aşırılık yaptık.

(5) Büyük cihad, Müslümanın kendi nefsi ile yaptığı mücadele iken biz bunu ihmal ettik, din düşmanları ile cihad ediyoruz diye bir sürü hesapsız kitapsız işler ettik.

(6) Allah’a, Peygamber’e, Kur’ana, Şeriat’a, şeâir-i islâmiyeye saldırıldığı, hakaret edildiği zaman gereken tepkiyi göstermedik, müdafaada bulunmadık ama kendi şeyhimize, kendi cemaatimize en ufak bir tenkit yöneltilince küplere bindik, ateşler püskürdük, havalara çıktık. Yoksa, içimizdeki böyle yapan Müslümanlar fırkalarını, hiziplerini, cemaat ve tarikatlarını ve kendi din baronlarını Allah’tan, Peygamber’den, Kur’an ve Şeriat’tan üstün mü tutuyorlar?

(7) Dinimiz bize kanaati emrediyor, mütevazı yaşamamızı, alçakgönüllü olmamızı, kibir ve gururdan kaçınmamızı, israf yapmamamızı öğütlüyor. Bizim nicemiz ise ellerine para ve servet geçince lükse ve israfa battı; Nemrud, Firavun ve Neron gibi debdebeli ve nümayişli bir hayat sürmeye başladı. Kur’an, “Allah müsrifleri sevmez” buyuruyor, bundan haberimiz yok mudur?

(8) İslâm bize bir ve beraber olmamızı emrediyor. Tek bir Ümmet olun, tek bir İmam-ı Kebir’e biat ve itaat edin diyor. Biz ise bir yığın hizbe, fırkaya, cemaate ayrıldık, her grup ayrı bir din baronuna tâbi oldu. Bunlar dinî bayramlarda bile bir araya gelip selamlaşmadı, musafaha etmedi. Her biri kendi ayrı gazetesini, dergisini çıkarttı, televizyon kanalını kurdu. Birinin ak dediğine öteki kara dedi. Müslümanlar, şirâzesi dağılmış bir kitaba döndü. Ehl-i İslâm arasında merkezî ve üniter bir hiyerarşi kalmadı. İslâmî hizmet ve faaliyet yapılacak diye her yıl milyarlarca dolar toplandı, lakin bunlar fazla bir işe yaramadı.

(9) İslâm’ın temel farzlarından emr-i mârufu ve nehy-i münkeri (İyiliği desteklemek, kötülüğü kösteklemek) ihmal ve terk ettik. Mâruf olan, yâni iyi ve güzel şeyleri teşvik etmedik; münker, yâni kötü şeyleri engellemedik. Bu konuda yasal sınırlar içinde vazifemizi yerine getirmedik.

(10) Çocuklarımızın makam ve mevki sahibi olması, hayata atılınca çok para kazanması için uğraşıp durduk. Onların gerçekten iyi Müslümanlar, âlim, fâzıl, ahlâklı, faziletli, hikmetli genç Müslümanlar olması için gereği gibi çalışmadık.

(11) Birtakım alçak, şerefsiz, namussuz, rezil herifler ve tâifeler din istihdamı ve istismarı (sömürüsü) yoluyla milyarlar, trilyonlar vurdular, nice büyük yekunları hortumladılar, bir sürü dolap çevirdiler. Biz bunlara seyirci kaldık, hattâ haberimiz bile olmadı.

(12) Betonarme camiler yaptırdık, lakin ezanlar okununca buralara gidip de cemaatle ibadet etmedik.

(13) İslâm dini medeniyet, şehir, yüksek kültür, ilim, irfan, sanat dinidir. Biz ise islâmî hareketi bir kırsal kesim, gecekondu, varoş, taşra hareketi haline dönüştürdük, marjinalleştirdik.

(14) Düşmanlarımızın okullarından, gazetelerinden, basınından, televizyonlarından, yayınevlerinden daha güçlü, daha üstün müesseselere sahip olamadık. Böylece güçsüz kaldık.

(15) Dinimiz yalanı, demagojiyi, makyavelizmi, şarlatanlığı, emanete hıyaneti, vaadinden dönmeyi şiddetle yasak ettiği halde bizim bir kısmımız din işlerinde ve hizmetlerinde bu kötü şeyleri yaptılar. Maalesef bu halleriyle çok taraftar da buldular.

Hatâlarımızın, ihmallerimizin, isyanlarımızın, hıyanetlerimizin uzun bir listesini yapmaya kalksam, bir kitap olur. Biz bunca noksan ve teseyyüb ile nasıl felaha, necata, selamete nâil olabiliriz. Güçsüzlüğümüzün sebebi düşmanlarımızın çok kuvvetli oluşundan değil, bizim kendi zaaflarımızın büyük oluşundandır. Müslümanların kurtuluşu, boş sızıltılar, şikâyetler, tazallümler (zulme uğramışlık edebiyatları), “Bizi masonlar ve ateistler mahvetti” gibi faydasız ağlamalar değil; kendimizi islah etmektedir. Kur’an, Sünnet, Şeriat nasıl olmamızı emrediyorsa, ne gibi kötülüklerden kaçınmamızı öğütlüyorsa bunlara mutlaka uymamız gerekir.

Allah fâsıklara, fâcirlere, târik-i salat ve cemaat olanlara, gıybetçilere, iman kardeşliğine riayet etmeyenlere, parçalanıp birbirleriyle uğraşanlara, maddeye ve paraya bende olanlara, müsriflere, din baronlarını erbab haline getirenlere, faize ve ribaya batanlara, emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını terk ve tâtil edenlere, Kur’anda mü’minlere vaad etmiş olduğu zaferi verir mi?

Kendimizi islah, kendimizi dine uydurmak… İşte çıkış yolu budur.

Dini kendi hevamıza, hevesimize, kendi çıkarlarımıza uydurmak bizi felakete götürmüştür. Bu kötü yolu bırakalım. 24 Mayıs 1999