Cadıkazanı
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 12 Ocak 2019
Şişli Savcılığı’ndan, 25 Mart’ta Kanal 5’te Çanakkale Zaferi’yle ilgili programdaki bir sözümden dolayı ifademi almak için çağırmışlar. Çarşamba günü oraya gittim. O gün Sultanahmet, Taksim, Beyoğlu tarafında görülmemiş bir kalabalık ve kargaşa vardı. Bir futbol maçı için İngiltere’den ve İtalya’dan binlerce hasta gelmiş, sokaklarda bağırarak, çağırarak bira içiyorlar, dolaşıyorlardı. İtalyanlar için bir şey söylemeyeceğim ama İngiliz holiganlarının hali tımarhaneden boşalmış delilere benziyordu. Sultanahmet’teki evimin civarındaki küçük otellerde, pansiyonlarda kalan bu İngilizler, sabahlara kadar böğürtüye benzeyen korkunç sesler çıkarttılar. Kimisinin başında kırmızı yünlerden yapılmış acayip deli şapkaları vardı. Ya Rabbi! Bundan yüz sene önce üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorluğa sahip olan İngiliz halkı ne kadar bozulmuştu?
Bin zahmet Şişli’ye gittim, savcılıkta ifademi verdim. Oralara epeydir uğramıyordum, dolaşa dolaşa Taksim’e, oradan Galatasaray’a doğru yürüdüm. İnsanın sağlığını korumak için günde en az beş kilometre yürümesi lazımmış ama temiz havada…
Taksim’de, tekerlekli araba üzerinde kitap satan bir adamcağızdan iki Fransızca dergi, üzerinde Ayasofya’nın minaresiz resmi bulunan Rumca bir kitap (arka kapağında da Bizans’ın son imparatoru Konstantin’in resmi bulunuyor), bir de “The Life of Mary Baker Eddy” başlığını taşıyan ciltli kitap aldım. (1911 Boston)
İstiklal caddesine girdim… Tam bir cadı kazanı, sel gibi insan akıyor. Fransız Kültür Merkezinden, abone olduğum “Historia” dergisini aldım, Ağa Camii’nin önünden geçerken ezan okundu, ikindi namazını orada kıldım. Bu mabet Beyoğlu’nda bir huzur yuvasıdır. Cemaat camiyi doldurmuştu, sokakta görseniz namaz kıldıklarını tahmin etmeyeceğiniz gençler de vardı. Nâzım Hikmet’in Ağa Camii ile ilgili güzel şiirini okudunuz mu?
Galatasaray’a geldim, Balıkpazarı’ndaki Aslı Han’a uğrayıp kitap alacak halim kalmamıştı. Tophane’ye inen yola girdim, sağ koldaki bir sahhaftan çok enteresan, büyük boy bir kitap aldım. Adnan Nur Baykal isminde zeki ve kültürlü bir zat yazmış; bir tarafında “Hürrem Sultan Yargılanıyor”, öbür tarafında “Hürrem Sultan’ın Gözünden Kanuni Sultan Süleyman Devri” başlıklarını taşıyan iki bölümden meydana geliyor.
Tophane’ye, indim, tramvaya bindim ve çok şükür evime döndüm.
İstanbul her geçen gün, daha yaşanmaz hale geliyor. Ben bunu fark ediyorum, bilmem siz farkında mısınız?Şehir normal haliyle böyle olursa, Allah saklasın bir felaket, bir kargaşalık zamanında ne olur, düşünmek bile istemiyorum.
Geçenlerde yazmıştım, Tarlabaşı’nda, otobüs durağında rastladığım ve ayaküzeri konuştuğum polis ne demişti? “Her gelen gün, geçen günden asayiş bakımından daha kötü…” Polisin bu sözünü unutmayalım.
Kur’an-ı Kerim’de şu meâlde bir âyet vardır: “Ya Rabbi! İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk eder misin?”
Bugünün idarecilerini suçlamıyorum, İstanbul bu hale elli senede getirilmiştir. Çocukluğumda şehrin nüfusu bir milyonun altındaydı. 1929’da tam beş adet günlük Fransızca gazetenin çıktığı bu kültür merkezi, şu anda on beş milyonluk bir mezraa haline getirilmiştir. Dikkat buyurunuz, köy demedim mezraa dedim. Köyün de kendisine has bir kültürü, bir medeniyeti, bir haysiyeti vardır…
İstanbul’u bu hale kimler getirdi?
Öncelikle kötü, vasıfsız, yetersiz politikacılar. Bütün politikacıları suçlamıyorum; namuslu, şerefli, haysiyetli, vatansever, yeterli, vazifesini yapan, emanete hıyanet etmeyen politikacıları tenzih ederim. Lakin popülist ve canavar politikacılar, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin canına okumuşlardır.
Arsa, bina, gecekondu spekülasyonu yapan haydutlar, çeteler, mafyalar İstanbul’un kanına girmişlerdir. Şehrin etrafını kilometrelerce kare tahrip ederek vahşi bir yapılaşmaya açmışlardır. Onlara izin ve fırsat verenlere de lânet olsun!
Göç önlenemezdi ama frenlenebilirdi. Oy avcıları, aksine göçü teşvik etmişler, şehre doldurdukları köylülerin oylarıyla güç ve iktidar kazanmışlardır.
Medyamız, üniversitelerimiz, aydınlarımız (bizde aydın var mı?) İstanbul’un son elli senelik tahribine seyirci kalmışlardır. İnkâr etmiyorum, ufak tefek, cılız tenkidler, iniltiler olmuştur ama bunlar kötülüğü, tahribatı önlemeye hiçbir zaman yeterli olmamıştır.
Biyolojinin bir kanunu vardır: Belli bir yaşam mekânında haddinden fazla kalabalık olursa, orada düzen bozulur, anarşi başlar, bir sürü fenalık ortaya çıkar.
İstanbul, biyolojik bir saatli bombadır…
Şehir on beş milyon nüfuslu oldu da, arık yeter deniliyor mu? Ne gezer… Birtakım eşkıya, İstanbul’dan Şile’ye kadar ormanları, çalılıkları, kırsal araziyi yerleşime açmak üzere şeytanî planlar yapmışlardır. Bu işte yüz milyarlarca dolarlık rant vardır. Neticede Türkiye’nin dengesi altüst olurmuş, İstanbul infilak edermiş, ülke batarmış, o alçakların umurunda mı?
İyi idare edilen, medenî, sağlıklı, dengeli Avrupa metropollerini düşünüyorum, bir de İstanbul’u ve anormal şekilde büyüyen, şişen öteki megapollerimizi. Medeniyetten ne kadar uzağız!
Sultan Abdülhamid zamanında, taşradan İstanbul’a mürur tezkiresi denilen resmî bir izinle gelinebiliyormuş. Bugünkü gibi seyahat hürriyeti yokmuş. Şimdi seyahat hürriyeti var, ipini kopartan kazığını sürükleyerek, tek başına veya mââile İstanbul’a geliyor. Hürriyetlerin de ücretleri, faturaları vardır. Boğaz’da likit gaz yüklü iki tanker çarpışsa, Yahut amonyak yüklü bir gemi infilak etse, Veyahut bir petrol tankerinden denize petrol boşalsa… Ne olur bu şehrin hali? Büyük bir zelzele olsa ki, bekleniyor, ne yapacağız? “Tedbirler alınmıştır, yüz binlerce ceset torbası hazırlanmıştır…” Aman ne tedbir, ne tedbir..
İstanbul ve dolaysıyla bütün Türkiye şu anda büyük tehdit ve tehlikelerle karşı karşıyadır. Bunların en önemlisi son iki sene içinde kasıtlı ve planlı mafya hareketidir. Birtakım güçler şehirdeki Türk mafyasının yerine Kürt mafyasını getirmeye karar vermişler ve niyetlerini sinsice uygulamaya koymuşlardır.
Bu işin arkasında ABD ve AB vardır. Yıllardan beri İstanbul’a gelen birtakım Amerikalılar ve Avrupalılar, ikinci durak olarak soluğu Diyarbakır’da almıyorlar mı?
Bu mafya değişiminden bazıları büyük rantlar almaktadır. Kimdir bu bazıları? Şimdi vatandaşın biri şöyle diyebilir?
En hafif tabirle saf diyeceğim bu kişiye şu cevabı veririm:
– Duyduklarımın, işittiklerimin, bildiklerimin hepsini yazsam, senin aklın başından uçar gider, beni de uçururlar…
İstanbul’da birtakım büyük dolaplar dönmektedir. Birtakım canavarlar rant yemek için kudurmuşçasına koşuşturmaktadır. Böyle giderse birkaç seneye kadar sadece trafik sıkışıklığı bile İstanbul’u batırmaya, halkını hayattan bezdirmeye yeterli olacaktır.
Her sabah ve her akşam anacaddeler, köprüler seller gibi akan yüzbinlerce otomobille dolu. Bunların yüzde doksanında bir tek kişi var. Direksiyonlarının başına geçmişler ve Nemrudlar gibi, Firavunlar gibi araba sürüyorlar. Bir yandan da cep telefonları ile konuşuyorlar. Dünyanın hangi medenî şehrinde böyle bir israf ve sorumsuzluk vardır.
diyen çıkarsa ona şu teklifi yaparım:
– Bir gece saat 10’dan sonra, bir elinde cep telefonu ile, öbür elinde şık bir çanta olduğu halde Tarlabaşı’ndan Kasımpaşa’ya doğru inmeye başla…
“Telefonlu ve çantalı vatandaş Tarlabaşı’ndan Kasımpaşa’ya doğru inerken ne olur?” Kasımpaşa’ya varması çok zor olur! 30 Mayıs 2005