Pazar

 

1950-60 yılları arasında günlük gazeteler 6 sayfa olarak basılırdı. Bu konuda hükûmet kararı vardı. Düşünebiliyor musunuz, Hürriyet sadece 6 sayfa çıkıyor… Bende o zamandan kalmış eski gazeteler var. Zaten gençliğimde onları alıp okuyordum. Altı sayfanın içinde neler yoktu ki: Haberler, makaleler, fıkralar (köşeyazıları), röportajlar, magazin, spor, roman tefrikaları (gazetelerin çoğunda pehlivan tefrikaları olurdu…) ve ilânlar…

Geçenlerde büyük bir gazetenin Pazar günü nüshasını gördüm. Dergileriyle, ekleriyle 100 sayfadan fazlaydı!.. Sayfalarını karıştırdım, yazılardan birinin başlığı dikkatimi çekti. Daha sonra okurum dedim… Daha sonra aradım ve yazı hangi sayfadaydı, hangi ekteydi bulamadım!..

Köşeyazılarına gelince: Maşaallah zamanımızda sadece İstanbul’daki büyük, orta, küçük günlük gazetelerde belki de 1000 yazar var. Bunlardan 25 kadarının yazıları, fikirleri ve görüşleri, beğenseniz de beğenmeseniz de çok güçlü. Melek de olsalar, şeytan da olsalar bunları okumakta yarar var. Lakin 1000 yazar içinden bu 25 kişiyi nasıl seçeceksiniz? Bugünkü şartlar altında böyle bir seçim halk ve gençlik için mümkün müdür?

Yazarlar içinde birkaç kişi, isabetli olsun veya olmasın memleket meseleleri için çare ve çözüm üretiyor, teklif getiriyor. Bunların yazılarını şu 70 küsur milyonluk Türkiye’de kaç kişi okuyor?

Bazı yazılarda, ülkemizde dönen dolaplara dair bilgiler veriliyor. Toplum bunları duyuyor ve harekete geçiyor mu? Diyelim ki, orta tirajlı ve tesirli bir gazetede bir köşeyazarı, günlerden bir gün, gerçekten çok önemli, çok hayatî bir yazı kaleme aldı, bunu kaç kişi okuyacak, kaç kişi üzerinde duracak, kaç kişi tartışacaktır?

Zaman sel gibi akıyor… Hergün İstanbul’da 1000 kadar köşeyazısı, röportaj, yorum, makale, araştırma yayınlanıyor. Kimi gazeteler birkaç saat yaşıyor, kimileri en fazla bir gün… Basın sanki bir değirmendir, her şeyi öğütüp un ediyor.

Dolu dolu yazılar… Kof ve boş yazılar… Meraklı, eksantrik yazılar… Tahrik edici yazılar… Tehdit yazıları… Eyvah elden gidiyor yazıları… Bunların içinde mutlaka okunması gereken diyelim üç yazı var. Vatandaşın bunları okumak şansı var mıdır?

Acaba bu yazı enflasyonuna karşı ne gibi çareler ve tedbirler alınabilir?

Her gün mutlaka okunması gereken 10 yazı seçilse, bu seçimde ne gibi unsurlar ve kıstaslar gözönüne alınmalıdır? Böyle bir şey yapılsa, yazıları seçilmeyenler öfkelenip kaşlarını çatmazlar mı? Sanırım böyle bir şeyi 5 kişilik bir bilgeler heyeti yapabilir. Bilge oldukları için de yapmak istemeyeceklerdir.

Halkın büyük bir kısmı dedikoduya, eksantrik konulara çok meraklıdır. Cin fikirli kurnaz bir yazar politika ünlülerinden birinin Ermeni kökenli olduğunu iddia eden bir kitapçık veya yazı yayınlasa milyonlarca kişi tarafından okunur. Başka biri “İyi İnsan, İyi Vatandaş, İyi Türkiyeli Olmak” konulu, gerçekten çok faydalı, çok değerli bir makale yazsa acaba kaç kişi okur.

Basının hür ve serbest olması yeterli değil. Faydalı, değerli, iyi, kaliteli, kalıcı yayınlar yapılması gerekiyor. Her sahada olduğu gibi bu konuda da rehberlik şart. Bugünkü medya cangılı (Balta girmemiş ekvator ormanı) içinde doğru yolu bulmak çok güç.

Müslümanlar Devlete Sızıyor Hezeyanı

Güçlenmek, iktidar olmak herkesin hakkıdır. Yeter ki, adil hukuka, ahlâka aykırı bir şekilde olmasın; şiddete başvurulmasın, meşru sınırlar içinde olsun. Masonlar, beyaz Türkler, şu veya bu Kriptolar devlete hakim olmak isterlerse bu suç olmuyor, Türkiye için bir tehdit ve tehlike teşkil etmiyor ama Müslümanlar için suç oluyor.

Müslümanlar Emniyet Teşkilatına sızıyormuş… Ne acayip üslûptur bu. Sızmak ne kadar yersiz bir kelime. Dindar bir Müslüman eğer isterse ve kendisinde gerekli şartlar ve ehliyet varsa müracaat eder, formaliteleri yerine getirir ve Emniyet mensubu olur. Gayet tabiî bir şeydir bu. Müslümanlar Millî Eğitim’e sızıyormuş… Bu söylem bir hezeyandır.

Sızmak kelimesi şu hallerde kullanılır:

Düşman kuvvetleri veya teroristler, geceleyin sinsice sınırdan girerler, icabında yerde sürünerek ilerler, kötü emelleri için ilerler, bir yerde pusuya yatarlar… Buna sızma denilebilir ama Müslümanların gayet şeffaf bir şekilde memur olmaları, yahut yasal sınırlar içinde hizmet ve faaliyet yapmaları niçin sızma olsun? Masonlar, Beyaz Türkler, şu veya bu Kriptolar kadrolaşıyor da Müslümanların buna hakkı yok mudur?

Bir şeyin suç olması için adil kanunların o fiili açık ve seçik bir şekilde suç olarak sayması gerekir.

“Kanunsuz suç ve ceza olmaz.”

Tehdit ve tehlikeye gelince: Türkiye Müslüman bir ülkedir. Müslüman bir ülkede dindarların memur olmaları, polis olmaları, öğretmen olmaları elbette bir tehdit ve tehlike oluşturmaz.

Beyazlar Türkiye’de bir hakimiyet ve saltanat kurmuşlar, sömürgeye benzer bir sistem geliştirmişler, o hakimiyet ve saltanatın, o sistemin yıkılmasını istemiyorlar. Tehdit ve tehlike dedikleri, Türkiye’nin devletine, ülkesine ve halkına yönelik bir şey değildir, kendi menfaatleri ve sistemleri için endişe ediyorlar.

Eşitlik diye bağırıyorlar. Masonla, Beyaz Türkle, Kripto ile Müslüman eşit değil midir? Onlar daha eşit… İşte bu hukuka, ahlâka, insan haklarına uymaz ve sığmaz.

Dindar Müslüman namaz kılar, içki içmez, karısını kapatır, faiz alıp vermez, oruç tutar, hacca gider, çocuklarını Kur’ân kursuna gönderir… Bunlar din hürriyeti çerçevesinde yapılan şeylerdir ve kimsenin gocunmaya hakkı yoktur.

Mason locaya gidip masonik ayine katılıyor, bu bir tehdit ve tehlike olmuyor da, Müslüman dinî bir cemaatin sohbetine katılınca mı oluyor?

“İrtica tehdit ve tehlikesi…”

diyorlar. Aslında

“İslâm tehlikesi”

diyecekler ama buna cesaretleri yok.

Bu tehdit ve tehlike edebiyatı safsatadan ibarettir. Müslüman bir ülkede Müslümanların kadrolaşmaları, memuriyetlere tayin edilmeleri ne kadar normal ve tabiî bir şeydir.

Emniyet teşkilatını ele alalım:

Halkın yüzde sekseni Sünnî ise polislerin de yüzde sekseni Sünnî olabilir. Alevîlerin yüzdesi kaçsa onların da o kadar elemanı bulunabilir. Beyaz Türkler polis olmak isterlerse, buyursunlar sayıları kadar

“sızsınlar.”

06 Ağustos 2007